25 Ekim 2012 Perşembe

The 'Real' Livestrong: Jonah Lomu

Efsane olmak kolay değil. Ama son zamanlarda, kalbimizde, zihnimizde, mazimizde kendilerine değeri ölçülemeyecek yerler edinen efsaneler, gözlerimizin önünde kaybolup gidiyorlar. Ya başkaları, ya da efsanelerin bizzat kendileri tarafından, büyük emekler ve adanmışlıklar sonucu elde edilen o 'efsane' yakıştırmalarına ihanet etmek, artık çok kolay.


Alex de Souza efsanesinin yok edilmeye çalışılmasının acısı hala tazeyken, geçtiğimiz birkaç gün içinde bir de Lance Armstrong'un, çok uzun zaman içinde, hem sportif hem de insani kimliğiyle kazandığı yarı tanrısal imajın nasıl bir anda yok olabileceğini gördük. Armstrong'un önlenemez düşüşü çok daha öncesine dayanıyor aslında, doping davasında hukuki mücadeleden çekildiğini açıklaması, sonrasında sponsorlarını teker teker kaybetmesi ve başkanı olduğu kanser vakfından istifa etmesi son birkaç günün olayları değil. Fakat Armstrong 'mit'inin vefatı resmi olarak daha yeni borsaya bildirildi: Tour de France'ta kazandığı 7 şampiyonluk elinden alındı (Konuyla ilgili daha detaylı ve muhteşem bir yazı için buradan yakın). Armstrong'un yıllarca arkasında duran, onu savunan bütün sevdalıları şu an ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Üstelik Armstrong'u yıllardır haksız yere suçladıklarını düşündüğümüz bütün sporcu ve yöneticiler şu anda champagne supernova eşliğinde zafer purolarını yakmış durumdalar. Armstrong, kendi yaşam öyküsünden ve başarılarından güç ve ilham alan pek çok insanı üzmekle kalmadı, asıl haklı olanlara karşı da tarifi mümkün olmayan bir mahcubiyet hissini miras bıraktı. Sözün bittiği yerdeyiz maalesef, bir kez daha kandırılmışlık hissinin dayanılmaz ağırlığı altında eziliyoruz. Artık 4. aşama testis kanserinden mucizevi bir şekilde kurtulmuş olmasının bir önemi kalmadı, çünkü her TdF öncesi hayranlıkla izlediğimiz 'The Look'u artık her zamanki duygu yoğunluğuyla izleyemeyeceğiz, belki izlemek bile istemeyeceğiz; izlesek bile Armstrong'dan çok Jan Ullrich'e bakacak gözlerimiz.
Bisiklet sporunun ilk büyük global süper starı, modern zamanların pedallı marathon'u artık herkes gibi, hatalar yapmış bir 'insan' sadece. Bisiklet sporunun resmi tarihi sil baştan yazılacak, hatta wikipedia'da Tour de France başlığında Lance Armstrong ismi temizlenmeye başladı bile.
Caner Eler neler hissediyordur, tahmin dahi edemiyorum.

Buraya kadarki bölüm, hikayenin sadece küçük bir kısmıydı. Bundan sonra size, asla yerle yeksan olamayacak bir başka 'mit' hikayesi anlatacağım. 'Bütün Siyahlar*'ın içinde hem oyunun hem de Haka Dansı'nın en iyisi, hayatına, yaptıklarına ve bunları nasıl yaptığına daha yakından bakarsanız, bu 'mit'in yalan olamayacağını rahatlıkla anlarsınız; zaten Yeni Zelandalı bir rugby starının yalan söylemesini nasıl bekleyebilirsiniz ki?


Korkmayın, sizi olabildiğince hızlı bir şekilde yazının sonuna ulaştırmaya çalışacağım; çünkü en aşağıda sizi büyük bir sürpriz yumurta bekliyor olacak; eğer siz de rugby'nin sadece bir 'itiş kakış'tan ibaret olmadığını düşünenlerdenseniz.

Rugby sporu, Dünya üzerinde Britanya, Okyanusya, Güney Afrika ve Fransa dışına yayılmayı başarabildiyse, hakkını vermemiz gereken yiğitler hiç şüphesiz; Jonny Wilkinson, Sebastian Chabal, ama en önemlisi de Jonah Tali Lomu'dur. Lomu bu sporun ilk global süperstarıydı (Bir yerlerden Lance Armstrong ismini duyar gibiyim, bak gene hüzünleniyorum), bunun yanı sıra belki de en önemli tanıtım yüzüydü. Devasa cüssesini nadiren kontrol edemediği zamanlar dışında bu oyunu tertemiz oynardı, topu sol eline alır ve yoluna bakardı. Try yolunda karşısına çıkanı, hiçbir şey yapmadan (gerçekten hiçbir şey yapmadan, inanmıyorsanız aha bu da kanıt) toz duman ederdi. Bu oyunun en güçlüsü oydu, en karşı konulmazı, en engellenemezi de oydu; ama en önemlisi en hızlısı da oydu. 1.95 m boyunda, 120 kilo çeken, resmi kayıtlara göre 100 metreyi 10.8 saniyede koşabilen(resmi kayıt olsa da gözümle görmeden benim buna inanmam mümkün değil) bir adamdan daha azını bekleyemezsiniz.


Lomu süper starlığa henüz 19 yaşındayken, All Blacks'in formasını, Güney Afrika'da düzenlenen '95 Dünya Kupası'nda ilk kez giymeye başlamasından itibaren adım attı. Bu kadar geniş bir yetenek skalasına sahip bir adamın saha içinde pişmesi, olgunlaşması falan gerekmiyordu. O meşhur '95 Düna Kupası'nda gözler Güney Afrika Rugby Takımı, kaptanları Francois Pienaar ve Nelson Mandela'nın üzerindeydi; insan haklarıyla ve ırkçılıkla ilgili politik meseleler, turnuva öncesi de sportif öneminin önüne geçmişti; fakat şampiyon mucizevi bir şekilde Güney Afrika olunca ve bu şampiyonluk ülkedeki sorunların çözümü adına önemli bir faktör haline gelince, Lomu'nun turnuvadaki üstün performansı hepten unutuldu gitti (tabii ki burada sübjektif bir mukayese dahi söz konusu değildir). Ve hikaye bu andan itibaren dramatikleşmeye başladı. Sanki performansının gölgede kalması yetmiyormuş gibi 1995 yılının sonunda, böbreklerle ilgili bir hastalık olan 'nefrotik sendrom' teşhisi konuldu (kandaki albümin miktarının azaldığı, idrar ile haddinden fazla proteinin vücut dışına atıldığı bir hastalık). Bundan sonrasını kendisi anlatsın. BBC Sports'a 2004 yılında verdiği bir röportajda şöyle diyordu:

''İnsanlara hep, daha en iyi halimi görmediklerini söylüyordum. Yani demek istediğim, hiçbir zaman oynamak için yüzde yüz hazır olamadım. Normal bir erkeğin kan sayımı 140 civarındayken, ben hiçbir zaman 100'ü göremedim. Rugby oynadıktan sonra kendimi hep yorgun hissediyordum. Yenilenme ve dinlenme sürecim diğer oyunculara göre çok daha uzundu. Diğerleri birkaç saat içinde yorgunluklarını atabiliyorlardı, bense bir dahaki idmana kadar yataktan çıkamıyordum''


Hakikaten de, hastalığın vücudu üzerinde bıraktığı hasar, yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılıyordu. Gerçi 1999 Dünya Kupası'nda da 8 try ile bu alanda '95'in ardından gene 1. olmuştu ve 2001'de All Blacks'teki kariyerini noktalayana kadar kadar büyük turnuvalardan sadece 1997'deki Tri Nations Cup'ı kaçırmıştı. Dışarıdan bakınca, durum o kadar da fena gözükmüyordu. Fakat 2003'te Yeni Zelanda Rugby Birliği tarafından yapılan açıklamada, teşhisin konulduğu andan (1995 yılı) itibaren, Jonah Lomu'nun haftada üç kez diyalize sokulduğu söylenmişti.

Şimdi durun, ve bir rugby oyuncusunun, işler içinden çıkılmaz bir yola girene dek, sekiz yıl boyunca düzenli olarak haftada tam üç kez diyalize girip, bir yandan da bu sporu nasıl idame ettirebildiğini düşünmeye çalışın. Ya da boşverin, hiç kendinizi yormayın.

Diyaliz tedavisi elbette ki kaçınılmazdı; fakat bunun vücutta baş gösteren büyük yan etkileri olmuştu: Diyaliz tedavisi bacağındaki ve dizlerindeki sinirler üzerinde büyük hasarlar bırakmıştı. Eğer böbrek nakli yapılmazsa, Jonah Lomu'nun ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkum kalma ihtimali vardı.
2005 Temmuzu sonunda Lomu böbrek nakli oldu. Kimse ondan, ağır geçen bir nakil ve fizyoterapi sürecinden sonra eskisi gibi efsane olmasını beklemiyordu ama o asla sahadan uzak kalamazdı. Eskisi gibi ortalığın tozunu attıramayacağı aşikardı ama onun için önemli değildi:

''Bacaklarımdaki sinirler ciddi biçimde hasar görmüştü. Bacaklarımı sola doğru oynatmak istediğimde sağa hareket ediyorlardı. İki adım atsam yere yuvarlanıyordum.
Dünyanın dört bir yanında, bir sürü adamla bu oyunu oynamış biri için bu durumla baş etmek gerçekten çok zordu. Ama seviyesi ne olursa olsun, rugby oynamak için bir şansım daha olacağını biliyordum.''


Tekerlekli sandalyeye mahkum kalma ihtimalini atlatmış biri olsaydınız, ağır aksak da olsa, sadece yürümekten başka neyi arzulayabilirdiniz ki?
Lomu 2006 yılının sonunda tekrar rugby oynamaya başladı. Fakat, onun gibi büyük bir oyuncu olsaydınız, tekrar oynamaya başladıktan sonra asla o noktadaki durumunuzla yetinemezdiniz: Lomu yine, yeni ve yeniden All Blacks forması giymek istiyordu. 2007'deki Dünya Kupası'nda forma giyebilmesi için kurallar gereği aynı yıl içinde NPC'de(Yeni Zelanda Bölgesel Şampiyonası, ülkenin bir numaralı rugby ligi) Süper 14 takımından biriyle sözleşme imzalamış olması gerekiyordu; ama maalesef bu gerçekleşmeyince, siyah formayı tekrar giyme hayalleri de suya düşmüş oldu. Lomu 2007'de tanrısı olduğu sporu resmen bıraktı.

Bunca fiziksel hasar -ve bu hasarların sebep olduğu- mental yorgunluk sonucunda bir insanın en büyük arzusunu gerçekleştirmeye bu kadar yaklaşmış olması bile hayranlık uyandırıcı. Ama bir şey daha var ki, o da sanırım en inanılmazı. Reklam filmi de olsa, insan vücudunun kuvvetinin ve dengesinin en görkemli ve kudretli performansı budur sanırım. En azından benim için: ''football is for boys, rugby is for men; but just Lomu can knock a van down.''

*: All Blacks: Yeni Zelanda Ulusal Rugby Takımı'nın takma adı.


Hiç yorum yok: