18 Ekim 2012 Perşembe

Soru: Söz vermek neye benzemez?


Kabul ediyorum; bu yazıyı yazmak için belki çok erken, fakat Abdullah Avcı ve kurmaylarının kafa karışıklığı, kalifiyelikten uzak strateji ve hamleleri bilinçli kamuoyunu yapıcı ama bir miktar da can yakıcı eleştiriler sarf etmeye itekliyor. Ben tabii ki, usta bir kalem edalarına kapılıp idealistlik yapacak değilim; fakat takip edebildiğim kadarıyla basılı ve görsel medyada yer almayan birkaç önemli noktaya parmak basmak mecburiyetinde hissettim kendimi.

Not: Bu bir ''Abdullah Avcı'yı değerlendirme'' yazısıdır. 1 galibiyet 3 mağlubiyetlik hüsranın pek çok iç ve dış dinamiği var(basının çabuk şişip çabuk sönmesi, bireysel hatalar ve oyuncuların performanslarındaki istikrarsızlık vs.) hepsini yazmaya kalksam buradan stratosfere yol olur.

Birinci Bölüm: Abdullah Avcı'nın narsizm ile imtihanı.

Öncelikle işin başından başlayalım. Kendi adıma konuşmam gerekirse Abdullah Avcı'nın bu görev için pek çok değerli isimden(kendi kalibresinde ve prestijindeki) daha uygun olduğu görüşündeydim. Fakat Abdullah Hoca işin başındayken çok büyük bir yanlış yaptı: daha göreve geldiği ilk anda, takımın durumunu bile görmemişken çıtayı en yüksek tepeye koymakta hiçbir sakınca görmedi; Türk Milli Takımı'nın artık play-off'larla değil grup birinciliği ile turnuvalara katılmasının zamanının geldiğini söyledi. Eğer bu hedefi bir ya da iki sonraki elemeler için yapmış olsaydı, kimsenin sesi de çıkmazdı; ama türk futbolunun genel idari ve teknik görünümü ortadayken(Beşiktaş'ın Demirören'in bıraktığı enkazı devralması ve Demirören'in TFF başkanı olması, 3 Temmuz süreci, Kulüp Takımları ve Milli Takımlar sıralamalarındaki Felix Baumgartner'ı kıskandıran performanslarımız) daha ilk elemeler için böyle sürreal bir hedef belirlemek deliliğin sınırlarını zorlamaktı. Bir hoca için -haklı kazanılmış- özgüven ve hatta kibir, ukalalık önemli erdemlerdir, bu yüzden her daim Jose Mourinho gibi isimler bana daha çekici gelmişlerdir. Özgeçmişinde Galatasaray PAF Takımıyla PAF ligi şampiyonluğu, U-17 Milli Takımı ile dünya dördüncülüğü, İBB Spor ile de lig altıncılığı ve Türkiye Kupası Finalistliği gibi kalburüstü başarılar belki bu özgüvenin oluşması için yeterli unsurlar; fakat dört maç sonunda(maç sonuç ve skorları bu değerlendirmeye zerre dahil değildir) bıraktığı izlenim, herhangi bir uluslararası şirkette herhangi bir kademede bulunan overrated bir yönetici izleniminden daha iyisi değil. Guus Hiddink'ten beklediğimiz hızlı revizyon ve mental/taktiksel etki gerçekleşmemişken, ve üstüne bir de Hırvatistan'ın, Euro 2008'in rövanşını eze eze almasını içli içli seyretmişken, beklentileri, sabırsızlığı optimum düzeye çıkartacak bir şekilde yükseltmesini hiçbir mantık çerçevesine oturtamamıştım. Bu takımın rejenerasyon sürecine gireceği aşikardı ve Hollanda gibi bir ekolün, Romanya gibi kale önüne kilidi vurup, anahtarını da denize atan cinsten bir azmanlar topluluğunun olduğu bir grupta böyle bir hedefle milli formayı giymeye ve birbirini tanımaya yeni başlayan bir topluluğa böyle bir külfet yüklemek, potansiyellerinin önüne devasa bir set çekebilirdi. Ama gene de içimi ferah tutmaya çalıştım, ''takımları iyi incelemiştir, yaptığı analizlerin verilerine göre de bu genç adamları iyi motive edecektir'' diye düşünmekle polyannacılık oynamadığımı sanıyordum. Kimsenin, Abdullah Avcı böyle bir hedef belirlemese, bu kabuk değiştirmekte olan takımdan daha ilk ciddi turnuva deneyiminde grup birinciliği beklediğini de sanmıyorum. Abdullah Avcı bu hamleyle on birim olan kredisini beş birime indirmişti bile.

Gelelim kadro tercihleri ve uygulama biçimlerine... Hollanda maçındaki futbol kalitesi ve oyuncuların iştahı, Estonya maçındaki -biraz da göz boyayan- galibiyet, hepimizi bir sonraki maçlar için daha da umutlu kılmaya yetti. Fakat gene de birkaç uygulamayı ele almakta yarar görüyorum. Abdullah Hoca'nın Hollanda maçında ikinci yarıda yaptığı bütün oyuncu değişiklikleri hatalıydı. Emre'yi çıkarıp, hazır ve nazır oyuna girmeyi bekleyen Selçuk yerine, ayakta duracak hali olmayan Nuri'yi aldı, Burak'ı oyuna aldıktan sonra da Burak-Umut ikilisinin dilinden en iyi anlayan Selçuk'u tekrar oyuna dahil etmedi ve orta saha direncini iyice zayıflatacak olan Tunay-Mevlüt değişikliğini uygun gördü. Bu tür eleme maçlarının rövanşı olduğu için, yediğiniz goller, attığınız gollerden daha önemli hale gelebilir, hele ki grup birinciliği için favori olan takımla oynuyorsanız. Fakat Abdullah Avcı da, kurmayları da, 34 maçlık bir maratonun içinde olmadığımızı(10 maçlık bir seride kaybedilenin telafisi daha da zor olurdu, ve bkz. Abdullah Avcı'nın tuhaf grup birinciliği hedefi) galiba idrak edememişlerdi ki, elemelerin daha ilk maçında(üstelik oynanan futbol herkesi tatmin etmiş, Hollanda'yı elimizden kaçırdığımız kanısına varılmışken), grup maçlarının son maçlarını oynuyormuş gibi risk almakta sakınca görmedi. 1-0'lık yenilgiyi koruyabilmek, bazen skoru 1-1 yapmak için alacağınız risklerden ve doğuracağı zararları önleyebilmek adına daha önemlidir. Neyse ki, bu yanlış tercihlerin zararı her koşulda o kadar da büyük olmayacaktı, çünkü maç öncesi genel kanı Hollanda'dan fark yiyeceğimiz yönündeydi. Estonya maçını ise on kişiye karşı oynandığı için hiçbir şekle değerlendirme niteliğinde görmüyorum.

Gelelim ikinci bölüme: Abdullah Avcı kendini niçin öldürdü?

İlk iki maçta gözle görülür bir kaleci hatası yaşamadığımız için, ikinci etapta da tercihlerin sorgulanması, tabii ki de yenilgilerden sonra olacaktı. Volkan tercihini sorgulamak haddime değil, çok üst düzey performanslarını da izlemişliğimiz var, fakat Milli Takım'ın kalecilik müessesesi diğer bütün mevkilerden farklı bir niteliğe sahiptir. Sen belki diğer on oyuncu opsiyonun için, taktik ve diziliş anlayışların gereği, en iyi/yetenekli/formda türk karmasını tercih etmek zorunda değilsin; fakat aday kadroya çağıracağın üç kaleci en iyi/formda türk kalecilerden oluşmak 'zorunda'. Eğer ki Volkan'ın arkasına Mert ve Cenk'i koyuyorsan, bu Volkan'ın bütün bir kamp dönemini düşük konsantrasyonla geçirmesine sebep olur. Çünkü bu diğer iki kaleci ne Volkan'a mental ve teknik açıdan yardımcı olabilirler, ne de Volkan'ı daha da yukarıya taşıyabilecek rekabet ortamını yaratabilirler. Milli Takım'ın birinci kalecisi olsa da, hiçbir kaleci, diğer rakipleri tarafından zorlanmadığı sürece kapasitesini tam olarak sahaya yansıtamaz, ve sonucunda böyle saçma goller de yiyebilir. ''Daha önceki maçlarda da bizimle birlikte oldukları için onları seçtim'' gibi bir söylem de hiçbir şekilde tatmin edici bir cevap değildir.
Sırayla gidelim. Defanstaki sağ bek alternatifinin sadece Gökhan Gönül olması tam bir facia(Hamit Altıntop'un bu yavaşlık ve kondisyon düzeyiyle sağ beki geçtim, sağ kanat için bile yeterli düzeyde bir alternatif olabileceğine inanmıyorum ben). Gökhan Gönül ilk maçı kazasız geçtiyse de, ikinci maça yetiştirilemedi ve kadrodan çıkarıldı. Yerine çağrılan Serdar Kurtuluş'un ise tamamen göstermelik çağrıldığı ortaya çıktı. Romanya maçındaki sağ kanat-sağ bek-sağ stoper üçlümüz Hamit-Gökhan-Semih iken, Macaristan maçında Gökhan Gönül'ün sakatlığı ve Semih'in kızağa çekilmesi ile bütün bu üçlü tamamen bozuldu: Tunay-Hamit-Ömer. Zaten Macaristan'ın çoğu tehlikeli atağı da bu üçlünün birbirinden tamamen kopuk olmasından dolayı gelişti. Tek bir oyuncunun sakatlığı ile bütün bir sağ savunma üçlüsünü değiştiriyor olmanız, sizin plansızlığınızın büyük bir kanıtıdır. Bunun dışında Tunay'ın Hollanda maçında gerçekten verimli olduğu orta sahayı toparlayıcı rolünden Macaristan maçında sağ kanada aktarılması da başka bir hatası Abdullah Avcı'nın. Hamit'i sağ kanattaki yerinden etmeyip, sağ beki de Serdar Kurtuluş'a(Kadrodaki herhangi bir alternatiften daha kötü olabileceğini zannetmiyorum) teslim edebilir, böylece Mehmet Ekici'yi dağdan indirmek yerine Tunay'ı(milli takımda) alışkın olduğu pozisyonda oynatabilirdi.
İkinci bir konu da, bir ekip rejenerasyona girmiş pozisyondayken, bu seviyede takım idaresi konusunda tecrübesizseniz(kurmaylarınız da bu düzeyde yarışmacı ruha sahip olmayan isimlerse), aynı takımlarda oynayan ve aynı kanadı paylaşan oyuncuları, rejenerasyon sürecini tahrip etmeyecek biçimde, bir arada kullanmayı da pekala düşünebilirsiniz(örn: Aydın Yılmaz-Hamit Altıntop, Caner Erkin-Hasan Ali). Hatta Abdullah Avcı'nın bütün bir sağ ve sol omurgaları, aynı takımlarda oynayan oyunculardan kurma şansı bile vardı(Aydın-Hamit-Semih ve Caner-Hasan Ali-istisnai olarak Ömer Toprak). Abdullah Hoca eğer(kötü bir Romanya maçı çıkarmış olsa da) Semih'i hemen kızağa çekmeseydi, bu tendonlarla, daha sağlam, birbiriyle daha iyi anlaşabilen bağlantılar kurabilir ve takım ilk yediği o saçma golden sonra da bu kadar direnç kaybetmezdi.


Son faz: Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime..

Bütün bu taktiksel ve opsiyonel hataları bir kenara, Abdullah Hoca kendini asıl Macaristan maçı sonrası verdiği röportajda öldürdü. O sözleri söylemek aslında her teknik direktörün hakkıdır, bu soğukkanlı(hatta bir miktar rahatsız edici) ve ukala tavrı takınmasında bir sakınca görmüyorum; fakat eğer işin başında grup birinciliği hedefi koymuşsanız, söylediklerinizin, tavırlarınızın hiçbir meşruiyeti ve haklılığı kalmıyor. Şu an kamuoyu nezdinde Abdullah Hoca sıfırı tüketmeye başladı, ama zaten bu mezarı kendisi daha yolun başındayken kazmaya başlamıştı. Halbuki, bu eleme maçları için sadece yeniden yapılanmayı, ekip içi komünikasyonu ve bireysel oyuncu eğitimini vaat etseydi, bulunduğumuz noktada hem kamuoyu bu infazcı tutumu takınmazdı, hem de yükü hafif olan oyuncular, geride kalan dört maçta(özellikle Hollanda maçında) daha kendinden emin, daha rahatlamış bir şekilde oynarlardı ve işte belki de o zaman grup birinciliği için söz etmeye başlama hakkına sahip olabilirdi Avcı.

Kıssadan Hisse: Daha 2011 bitmeden grup birinciliğinden söz ederek, grup birinciliği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmış oldu Abdullah Avcı. Kaybedilen sadece bununla sınırlı kalsa gene iyiydi, fakat şu an büyük bir çoğunluk Abdullah Hoca'nın istifasını istiyor. Sanki bir iyilik getirecekmiş gibi...

Bilinç kaybı ve sonrasında düşünsel infial, toplum olarak uzak olmadığımız kavramlar, fakat Abdullah Avcı, kendisini o koltuğa layık görenlerin hürmetine, söylemlerinde, hedeflerinde çok daha fazla dikkatli olmalıydı. Şu anda, bambaşka bir bağlam ve ruh hali içinde, Milli Takım'ın hatalarını, bu hatalardan nasıl dersler çıkması gerektiğini ve bu dersler ışığında nasıl daha iyiye gidilebileceğini tartışmak varken, hala kelle avcılarının ağızlarını kapatmakla uğraşıyoruz; Tigana, Del Bosque ve Hiddink'te ne yaptıysak aynısını.

Hiç yorum yok: