30 Ekim 2012 Salı

Her şey çok güzel olacak mı?

   
Öncelikle şunu belirteyim; bu satırların maç analizinden çıkıp Aykut Kocaman eleştirisi haline dönüşmesini istemiyorum fakat bir Fenerbahçeli olarak yaşadığım hayal kırıklığından ötürü sanırım bu durumun önüne geçemeyeceğim. Taraftarlık yaşantımın en kötü günlerinden birini geçirdim ve bunun sebebi kesinlikle sadece maçın sonucu değil. Gladbach ve Beşiktaş galibiyeti, üzerine umut vaat eden oyun olarak yorumladığım Bursa beraberliği sonrası oynanan AEL Limassol ve Antalyaspor maçlarında sergilenen futbol, skorlar ne olursa olsun utanç vericiydi. Fenerbahçe Spor Kulübü büyük bir emeğin ürünüdür; ego çatışmalarına ve kendini saçma sapan kanıtlama çalışmalarına kurban gitmesi gereken son kulüplerden biridir, kimsenin göz göre göre bunu yapmaya hakkı yok.

 
AEL Limassol maçı için konuşmak gerekirse, Aykut Kocaman tartışmasız bu maça beraberliği yeterli görerek çıkmıştır. Burada konuşulması gereken 'Fenerbahçe gibi bir takım Limassol ayarında bir takımı her zaman yenmeye çıkmalı' anlayışının çok uzağındadır. Modern futbol bu görüşleri ve gereklerini terk edeli çok olmuştur. Dolayısıyla burda teknik adamın anlayışına saygı duymak uygun olacaktır fakat gayet basitçe şu sorgulanmalıdır: '1 puan grubun şeklini ve takımın formunu göz önünde bulundurduğumuzda yeterli midir?' Cevabı tartışmayalım, Gladbach 4, Marsilya 4, Fenerbahçe 5 ile, Fenerbahçe 7 arasındaki farkı sadece C grubunun puan tablosuna bakarak anlayabiliriz, peki Aykut Kocaman bu esnada nereye bakmaktadır? İki gömülü orta alan oyuncusunun önünde Baroni'yi oynatmak savunma adına yapılan bir hamle midir yoksa oyunu rakibe teslim eden bir hamle mi? Tam saha baskı sadece bir kişiyle mi yapılır? O kişinin adı üç orta saha ile maça çıkılmasına rağmen hala orta alanda topla buluşup oyun kurmaya çalışan Dirk Kuyt mıdır? Taktisyen olmak kornerlere pasla başlamak mıdır? Kuyt ve Baroni'nin takım içindeki gerçek rolü nedir? Orta sahada 3 oyuncu ile başlanmasına rağmen tek becerileri hızlı çıkıp son pasları tek pas olarak vermek olan Limassol'e karşı yine tek topla orta sahanızın geçilmesine ve sayısız pozisyon verilmesine getirilecek açıklama nedir? Akla ilk etapta gelen bu soruların cevabını sanırım Aykut Kocaman hiçbir zaman veremeyecek.

Maçın ilk 15 dakikası topa hakim olmaya çalışan ve nispeten bunu başaran bir Fenerbahçe gördük. Fenerbahçe set hücumunu ne kadar rakibe kabul ettirmeye çalışsa da rakip yarı sahada hücum esnasında yapılan top kayıpları ve bu kayıpların 2. bölgeden 3. bölgeye geçişlerde yapılmaya başlamasıyla Limassol maçı da kabusa dönüşmeye başladı. Baroni'nin pozisyon bilgisi takımda ona verilen rolün de büyük etkisiyle takımın sahaya dağılımını derinden etkileyecektir, bu maçta da durum farklı olmadı. Hücumda çoğalma probleminin Hasan Ali'nin bindirmeleriyle aşılmaya çalışıldığı her atak Limassol kontrasına dönüştü. Limassol 3'e 2, zaman zaman 4'e 3 pozisyonlar buldu, gerek son vuruşlardaki beceriksizlik gerek Volkan'ın doğru zamanlamaları ve yer tutuşu bir felaketten alıkoydu sarı-lacivertlileri. Egemen'in kafa golü ise Fenerbahçe'nin AEL Limassol'a attığı kazık olarak literatürdeki yerini aldı.

Antalyaspor maçı Galatasaray ile aradaki puan farkını korumak ve ligde ikinciliğe oturarak moral bulmak açısından son derece önemli bir mücadeleydi. Mehmet Özdilek yönetimindeki Antalyaspor'un ligin en formda takımlarından biri olmasının yanında skoru direkt etkileyebilecek hücum oyuncularına sahip oluşu Fenerbahçe açısından büyük tehdit oluştursa da savunmadaki konsantrasyonun hala tam olarak yeterli olmayışı bende açıkca Saraçoğlu deplasmanında fark yiyecekleri izlenimini uyandırmıştı. Limassol maçında sonradan oyuna giren, bütün buluştuğu topları olumsuz kullanarak hayal kırıklığı ve endişe yaratan Krasic'i ilk 11'de görünce bu maçı da onun çıkış maçı olarak tahminlerime yazdım. Alex'in yokluğu sonrası büyük ilerleme kaydeden takım için Limassol maçının bir istisna olacağı görüşündeydim. İlk 20 dakika yıllardır Alex'in de etkisiyle set hücumunu benimsemiş bir takımın buna rağmen hücumda bir türlü çoğalamayışını ve kendi yarı sahasında yaptığı hazırlık paslarını izlemekle geçti. Meirelles'in yokluğu ve onun dışında topu rakip sahaya pasla veya driplingle taşıyabilecek tek oyuncunun Baroni olması, onun da top çıkarmaya pek niyetli olmaması oyunun Selçuk Şahin'in sihirli ayaklarına teslim olacağı korkusunu yaşatmaya başladı. Her zamankinden çok daha ters giden bir şey vardı: O da Kuyt dışında takımda kimsenin ilk yarı boyunca en ufak bir koşu dahi yapmamasıydı. Üstüne üstlük takım, özellikle rakip yarı alanda o kadar kötü sahaya dağıldı ki, hücumda yardımlaşmadan söz edilmesini önleyecek derecede kareler oluşmaya başladı, ilk yarı boyunca 4-5 kere Krasic sağ kanatta topla buluştuğunda 10 metre kadar çevresinde hiçbir sarı-lacivertli futbolcu yoktu. Kuyt'ın cılız şutu dışında hücumda hiçbir varlık gösteremeyen Fenerbahçe, en sonunda İsaac'in defansın arkasına sarkıttığı top sonrası Bekir'in ağır kalması ve resmen penaltıya sebebiyet vermemek adına Diarra'ya geçiş izni vermesi sonucu golü kalesinde gördü. 5 dakika sonra Bekir'in yanlış koşusu ve akabinde Diarra'ya açtığı koridor Fenerbahçe'nin hak ettiği skorla soyunma odasına gitmesini sağladı. Koşan bir takım yaratmak istediğini her defasında dile getiren Aykut Kocaman'ın bekleri bile ilk yarıda ters kademeye girmek için koşma zahmetini gösteremezken, maç sonunda kendisi tarafından yapılan ' ilk yarıda gol yiyene kadar oyunu iyi götürdük' açıklaması ise hayatımda duyduğum en talihsiz birkaç açıklamadan biriydi sanırım. Aykut Kocaman bunları dile getirirken yalan söylemiyorsa, ciddi anlamda ayırt etme kudretini yitirmiş demektir.


İkinci yarı ise klasik bir şekilde geri düşen Fenerbahçe'nin bilinçsizce Antalya kalesinde baskı kurmaya çalışmasına tanık olduk. Günün hayal kırıklıklarından Caner'in anlamsız uzun topu sonucu Antalya savunmasının meşin yuvarlağı bir türlü uzaklaştıraması sonunda Sow tırnaklarıyla kazıyarak durumu 2-1'e getirdi. Baroni de rakip yarı sahada kalmaya karar vermesiyle oyunun iki yönünü oynamaya çalıştığı haline oranla Fenerbahçe adına daha olumlıu bir tablo çizdi ve 80. dakikaya kadar oyun Antalya yarı sahasında oynandı, Fenerbahçe  ise son pasları ve doğru koşuları yine yapamadı. Takım adına olumlu birkaç şeyden biri  Kuyt'un takım içindeki rolünü bariz yadırgamasına ve veriminin büyük ölçüde düşmesine rağmen elinden geleni yapmaya çalışarak istekli ve diri bir görüntü vermesi oldu. Son zamanlarda taktik açıdan kendini yetersiz gördüğü için boş zamanlarında oyun çizdiği söylenen Aykut Kocaman'ın Fenerbahçe kornerlerinde uygulattığı anlamsız stratejiler reklam kampanyasına dönüşmekle beraber, takıma büyük zarar vermeye devam etti.
   
Maç 2-1 iken 75. dakikada sezon başından beri oyuna girmesi beklenen Salih Uçan'ın oyuna dahil olmasında art niyet aramaktan başka çarem yok ne yazık ki. Aykut Kocaman'ın Fenerbahçeliliğini hiçbir zaman tartışmam fakat artık yaşadıklarının onu neye dönüştürdüğünü herkesten önce kendisi görmeli. Üç orta alan oyuncusu sakatken ilk 11'de sanş bulamayan Salih'i o dakikada o şartlar altında oyuna almanın amacı onu günah keçisi yapmaktır, 'bakın şans vermedim diye eleştirdiniz, mental olarak hazır değil işte görün' demek içindir. Bu düpedüz 25 milyon taraftarı hiçe sayıp, egonun derdine düşmektir; uzun uzun konuşulabilecek bir konu fakat Alex'in gidişi de böyle olmadı mı zaten? Fenerbahçe üçüncü golü yedikten sonra Aykut Kocaman'ın üzüldüğüne inanmıyorum. Şu an futbol tanrısından tek dileğim var: Top ayağına ikinci değişinde kalesinde gole sebep olan Salih Uçan'ı kaybetmeyelim.
 
 
Konuşulacak, tartışılacak yanlışların sayısı haddini aşmış durumda. Aykut Kocaman ile bu iş yürüyecek gibi gelmiyor artık, onun arkasında duranlarla da. Fenerbahçe'nin kafa yapısı açısından derin yeniliklere, vizyon sahibi beyinlere ihtiyacı var kuşkusuz. Fenerbahçe bu sene sportif başarı yakalar mı yakalayamaz mı onu zaman gösterecek. Burada maç analizlerimi Aykut Kocaman karşıtlığından bağımsız yapmaya çalışarak devam ettirmek niyetindeyim. Artık sadece şunu biliyorum; bu sene bu takım Süper Lig'de ipi göğüslerse, sadece rakiplerine boyun eğdirmiş olmayacak.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Super Sunday: Blues vs Reds


EVERTON 2 - LIVERPOOL 2

Maç saatine kadar, maça dair en büyük soru işareti Fellaini'nin bu maça yetişip yetişemeyeceğiydi. Geçtiğimiz yıl oynanan üç karşılaşmayı da kaybeden Everton'ın, bu seriye son vermek için kullanabileceği en büyük kozlardandı kuşkusuz Belçikalı. Newcastle United ve Manchester United gibi ligin kalburüstü takımlarıyla oynadıkları maçlarda ortaya koyduğu hava hakimiyeti ve indirdiği bu toplarla pas trafiğini iyi yönlendirmesi, takımının oyun üstünlüğünü beraberinde getirmişti. Ancak bugün oyunun ilk 20 dakikalık bölümünde yedikleri 2 gol onlara kısa süreli bir şok yarattı. Bu transfer döneminde adı sık sık Manchester United ile anılan Baines'in talihsiz bir şekilde kendi kalesine attığı golden 5 dakika sonra, Suarez ile duran toptan gelen gole de engel olamayan Maviler'i çok zor bir 70 dakika bekliyordu.



Bu gollerden sonra David Moyes'in ekibi beklentilerin aksine maçtan kopmadı. Suarez'in golünden 2 dakika sonra Osman ile buldukları gol onların maça tutunmalarını sağladı. Bu dakikadan sonra orta sahada rakiplerine bariz bir üstünlük sağladılar. Nuri'nin orta sahadaki pasif oyunu Liverpool orta sahasının, Everton'a bu denli yenik düşmesinde başrolü oynadı. Farkı bire indirdikten sonra rüzgarı arkasına alan Maviler sol kanattan çok önemli ataklar geliştirdi. Baines ve sakatlanıp oyunu terk ettiği bölüme kadar Mirallas, Wisdom karşısında çok rahat bir oyun sergilediler. Glen Johnson'un sakatlığıyla forma şansı bulan genç İngiliz bu şansı hiç de iyi değerlendiremedi. Birçok pozisyonda Everton ataklarına engel olamadı. Brendan Rodgers'ın onu 70 dakika oyunda tutması ise ilginçti. Nitekim ikinci golü de o kanattan gelişen bir atak sonucu yediler. Fellaini'nin ortasında topu ağlara gönderen Naismith, erken geri dönüşü Goodison Park'a müjdeliyordu. 35. dakikada gelen bu golden sonra ilk yarı bitene kadar kurdukları baskıyla galibiyet golünü de bulabilirlerdi, ama olmadı.



Oyunun üstünlüğünü tamamen rakibine kaptıran Brendan Rodgers, ikinci yarıya iki değişiklikle birden başladı. Orta sahada yokları oynayan Nuri'nin yerine Shelvey'i oyuna sokan Kuzey İrlandalı menajer, Suso - Coates değişikli ile de Agger'i bir libero gibi kullanmayı planladı. David Moyes ise sakatlanan Mirallas'ın yerine Gueye'yi oyuna sokarak ikinci yarıya başladı.

Rodgers'ın değişiklikleri ile Liverpool biraz oyunu dengelemiş göründü. Ancak ligde bu sezon ilk kez forma şansı bulduğu Manchester City maçında çok iyi bir performans sergileyerek takımdaki yerini sağlamlaştıran Sterling'in etkisiz oyunu ve kritik tercih hataları girdikleri pozisyonları harcamalarına sebep oldu. Genç oyuncunun en büyük hatalarından biri de 32.dakikada Baines'e yaptığı ve ikinci sarı kartı gerektiren pozisyondu. Onun için iyi olansa hakemin bu sarı kartı es geçmesiydi. 50.dakikada ise Everton'ın sol kanattan geliştirdiği atakta Skrtel'in Baines'e yaptığı hareket penaltı tartışmalarını beraberinde getirdi. Her ne kadar Skrtel bu müdahaleyi top Baines'in ayağından çıktıktan sonra yapsa da Everton taraftarları penaltı bekledi. Ancak Marriner bu pozisyonda takdir hakkını Liverpool'dan yana kullandı. İkinci yarının geneline bakacak olursak, rakibin oyun üstünlüğünü kabul ederek kontrataklarla etkili olmaya çalışan bir Liverpool olduğunu söyleyebiliriz. Rodgers hiç kuşkusuz bu oyun düzeniyle, geriden gelerek rüzgarı arkasına alan Everton'ın planlarını bozmayı amaçladı. Bunda da ilk yarıya nazaran başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

Maça dair bahsetmek istediğim bir diğer nokta ise Jelavic'in performansıydı. Geçtiğimiz sezon devre arasında takıma katılan ve çok çabuk uyum sağlayan Hırvat golcü, Everton'daki belki de en kötü performansını dün sergiledi. Maç genelinde çok tutuktu ve gerek girdiği pozisyonlarda gerekse de pas tercihlerinde çok başarısızdı.



Maçın en çok konuşulan adamı ise yine Suarez'di. Sergilediği performans ile maçın adamı olan Uruguaylı oyuncu, ilk golden sonraki sevincinde de hakkında ''Hakemler ona dikkat etmeli, sürekli onları aldatmaya çalışıyor.'' diyen Moyes'e cevap veriyordu. Şüphesiz son dakikada attığı gol yan hakem tarafından iptal edilmese onun için daha unutulmaz bir gün olacaktı. Yan hakem bu pozisyonda golü ofsayt gerekçesiyle mi iptal etti, yoksa Coates'in topu Suarez'e indirirken Jagielka'ya bir faul yaptığını mı düşündü bilemiyorum. Kararı ofsayt gerekçesiyle verdiyse büyük bir yanlışa imza attı. Eğer Everton bu kararın akabinde topu hızlıca oyuna soktuktan sonra girdiği pozisyonda golü bulabilseydi, maç uzun yıllar unutulmayacak bir finale sahne olmuş olacaktı.

-BORA DORUK KARLIK


CHELSEA 2 - MANCHESTER UNITED 3

Premier Lig'in ilk iki sırasında yer alan iki takımın mücadelesinin nasıl bir futbola sahne olacağı bu hafta içindeki Şampiyonlar Ligi maçları ve geçen haftasonu oynadıkları lig maçları sayesinde az çok belliydi. İki takım da kadrolarındaki eksikler sebebiyle ve ileri uç oyuncularının form durumlarındaki yükseliş sayesinde izleyenlere son haftalarda oldukça gollü maçlar sergiliyorlardı. Uzun süredir Ferdinand-Vidic ikilisini verimli ve tutarlı bir şekilde kullanamayan Manchester United defansı için zayıf halka Evans olarak gözükürken; her ne kadar çoğunluk AVB'nin gidişinden sonra, kalenin önüne otobüs park ederek Şampiyonlar Ligi'ni kazanan Di Matteo'lu yeni Chelsea'nin, yeni bir defansif anlayışı benimseyeceğini düşünse de Hazard, Mata, Oscar gibi oyuncuları forvet arkasına dizen bir takımın, yüksek tempolu müsabakalarda gol yemeden maç tamamlaması mucizelere bağlı gözüküyor.

Maça geçildiğinde, Manchester United erken gol bulmanın getirdiği avantajla topun arkasına geçti. Aslında Chelsea gibi yaratıcı oyunculara sahip bir takım için rakibin ne şekilde pozisyon aldığının önemi olmasa da ikinci golün de hemen gelmesi takımı 15 dakikalık bir şoka soktu. Kırmızı şeytanların iki farkla öne geçtiği hiçbir maçı kaybetmemesi bu dakikadan itibaren maça dair en önemli istatistik halini aldı. Son üç maçta yenilen 7 gol bu takımın defansta Terry gibi bir lideri ne kadar aradığının en önemli belirtisiydi. İlk yarının sonlarına doğru defansta kişisel hatalar sonucu art arda kullanılan korner ve serbest vuruşlar Chelsea için çok önemli gol fırsatları yarattı. D.Luiz, Terry, Cahill, Hazard ve Mata'dan bu sene çok sayıda etkili korner ve serbest vuruş organizasyonu izleyeceğimize eminim. Bu organizasyonlardan birinde, 45. dakikada kullandığı serbest vuruşu gole çeviren Mata, Chelsea'nin ikinci yarıya nasıl başlayacağına dair rakibine bir gözdağı vermiş oldu.


İkinci yarı başladıktan 10 dakika sonra maçın ibresi Chelsea'ye döndü. Mata'nın mücadelesi ve
Oscar'ın güzel ortası sonucu golü bulan Chelsea, ilk yarının ortasından beri zorlanan Manchester United orta sahasının düşmesini sağladı. Kırmızılar'ın geliştirdiği nadir ataklardan birinde, Ashley Young'a atılan ara pasta topa müdahale etmeye çalışan Ivanovic faullü müdahalede bulununca kırmızı kart kaçınılmaz oldu. Ancak bu karttan yaklaşık 5 dakika sonra, tam forvette Sturridge değişiliği yapılacakken hakemin yanlış kararı sonucu oyundan atılan Torres'in kırmızı kartı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Clattenburg pozisyonu çok yanlış süzdü ve Torres'e yapılan net müdahaleyi göremedi. Chelsea 9 kişi kaldıktan sonra ise, Sir Alex Ferguson muhteşem iki değişikliğe imza attı. 10 dakika içerisinde forvet bölgesine ligde oyuna sonradan girip en çok gol atan ikinci oyuncu olan ve son karşılaşmalarında Chelsea'ye karşı iki gol bulan Chicharito ile birlikte orta sahadaki direnci düşüren ve bu akşam hücuma katkısı son derece kısıtlı olan formsuz Rooney yerine 9 kişi kalmış rakibine karşı pas trafiğini hareketlendirebilecek tecrübeli Giggs'i oyuna soktu.



Altı pastaki en tehlikeli forvetlerden biri olan Chicharito beklenildiği üzere Kırmızılar'a galibiyeti getiren golü ofsayttan da olsa buldu. 9 kişi kalan bir takımın böyle bir rakip karşısında gol yememesi oldukça zorken, beraberliği sağlaması ise oldukça beklenilmez bir durum olurdu.


Sözleşmesinin bitmesine bir yıl kalmasına rağmen 24 milyon pound verilerek kadroya dahil edilen Van Persie'nin transferi için yapılan eleştirilerin de ne kadar yersiz olduğu bugün bir kez daha anlaşılmış oldu. Hollandalı'nın üç golde de emeği yadsınamaz. Son yılların en iyi hücumcularından birine verilen bu para günümüz transfer piyasasında çok da aman aman bir para değil. Bir diğer önemli nokta ise Chelsea'nin santrafor eksikliği. Torres'in yerine veya arkasına Drogba ayarında Chelsea'nin 5-6 yılını garanti altına alacak acil bir forvet transferi şart. Maalesef benzer bir durum Manchester ekibi için de geçerli. Defans ortasında bir türlü istikrarı yakalayamayan takımın sene sonunda Ferdinand'a dostça veda edip o boşluğu kaliteli bir defans oyuncusu ile doldurması şart. Orta sahadaki direncin bu kadar düşmesinin en önemli nedeni ise Park'ın vedası olarak görülüyor. Hakem hatalarına rağmen maçın en can sıkıcı olayı, Ferdinand'ın yuhalanması, ise İngiltere'de ırkçılığın hiçbir zaman yok olmayacağının üzücü bir göstergesi.

Chelsea için bu puan kaybı çok da hayati öneme sahip olmasa da şampiyonluk yolundaki en önemli rakiplerinden birine bu şekilde kaybetmek üzücü olsa gerek. Ama ikinci yarının ortasına kadar oynanan oyun bu sene zirve için erken havlu atan bir Chelsea'nin olmayacağını bizlere gösteriyor. Hakemlerle arası iyi olan Manchester United'ın ise bu sene ligde ve üçte üç yapmasına karşın Şampiyonlar Ligi'nde gösterdiği performans kafalarda soru işareti bırakıyor. Ancak bu takım her iki kulvar için de çok iyi bir kadroya sahip ve yapmaları gereken tek şey kendilerine gelmek.

-MEHMET UMUR

28 Ekim 2012 Pazar

Galatasaray 3 - Kayserispor 0

Son dönemde gerek lig gerekse de Avrupa maçlarından başarısız sonuçlarla ayrılan Galatasaray, lige kötü başlayan ve Şota ile yollarını ayıran Kayserispor ile oynayağı karşılaşmayı sıçrama tahtası olarak görüyordu. Birçok insanın çocukluk kahramanlarından Prosinecki'nin başında olduğu Kayserispor ise İstanbul deplasmanında kötü gidişata dur demek istiyordu.




Maça bu hedeflerle başlayan iki takımdan ev sahibi Galatasaray, beklendiği üzere renktaşı Kayserispor'un üstüne gitmeye başladı. Maçın başlarında oyunu kendi yarı sahasında kabul eden Kayserispor'un bu geri çekilmesi adam kalabalığından başka bir şey değildi. Özellikle defans kurgusundaki inanılmaz hatalar ve defans-orta saha hattındaki kopukluklar Prosinecki tarafından da giderilememiş göründü. Sonuç olarak bu durum rakibin işine yaradı ve 7. dakikada Hamit'in maçtaki en olumlu hareketi olan ortasına Umut Bulut iki savunmacı arasından iyi yükselerek güzel bir kafa vuruşuyla Cimbom'u 1-0 öne geçirdi. Memleketinin takımını da boş geçmeyen Umut'un iki stoper tarafından pek rahatsız edilmeden bu gölü atabiliyor olması Kayserispor'un defans hatalarından yalnızca biriydi. 25.dakikada organize şekilde gelen Galatasaray, Eboue'nin ceza sahasına bakmadan yaptığı orta yüzünden farkı yukarı çıkaramadı. Savunma kurgusu bu denli bozuk olan bir rakip karşısında bu pozisyonun gole çevrilememesi çok da önemli değildi. Söylemeden geçmeyelim, bu maçta hakem Cüneyt Çakır'ın kendi ligindeki maçları kötü yönettiği şeklindeki yoruma son derece hak verdim. Amrabat'ın rakibine yaptığı şarj ve Hamit'in şutunda yapılan elle müdahale tartışmasız penaltıydı. Cris'in golü öncesi Yekta'ya yapılan hareket ise faul değildi. Ancak duran toplardaki performansını eleştirdiğim Selçuk'un iyi ortasına Cris de güzel bir koşuyla yanıt verince, Brezilyalı futbolcunun ilk golü gelmiş oldu. Geldiğinden beri performansını oldukça eleştirdiğim Cris'in ise dünkü futbolunun hakkını vermek lazım. Gerçi Kayserispor özellikle Mouche'nin sakatlanıp çıkmasından sonra Galatasaray kalesine pek uğrayamadı.




Riera, Selçuk ve özellikle Yekta Kurtuluş hücumda son derece etkili oynadılar. Yekta Melo'nun yokluğunda eline geçen fırsatı çok iyi kullandı. Ancak Riera savunmada doğal olarak aksadı. Galatasaray son maçlarda kendi sol kanadından pozisyonlar vermeye başladı. 36'da Umut'un topu boş alana taşımasıyla başlayan Galatasaray atağında Selçuk'un da derinlemesine verdiği pasla ceza sahasına giren Burak 31. dakikada harcadığı pozisyonu affettirerek farkı 3'e çıkardı. İlk yarı bu sonuçla sona ererken, Kayserispor özellikle savunma yönünden oldukça eksik göründü.


İkinci yarı farkı yakalayan Galatasaray'ın oyunu rölantiye alacağını tahmin ediyordum ancak tempo beklediğimden de aşağılara indi. Moral açısından farkı arttırmak daha iyi olabilirdi ve rakip de buna müsaitti. Ancak Fatih Terim'in takımlarının gardı düşen rakiplere daha fazla saldırmadığını biliyoruz. Hatta Mouche'nin sakatlandığı pozisyonda Riera'ya topu dışarı attırması fair-play adına önemliydi ancak 'Maç 3-0 olmasa yine aynısını yapar mıydı?' diye soranlar olacak ise de cevap evettir. Dakikalar 60'ı gösterdiğinde iyice sıkıcılaşmaya başlayan maça heyecan getiren Fildişili savunmacı Eboue oldu. Orta çizgiyle taç çizgisinin birleştiği yerde topla buluşan siyahi futbolcu adeta slalom yaparak rakiplerinden sıyrıldı ve kaleye kadar indi. Ancak vuruşu pek tercih etmediği sol ayağıyla yapınca, bu güzel hareketler sonuçsuz kalmış oldu.

Hücum aktivitelerinde sıkıntı yaşadığını belirttiğim Kayserispor'un ilk kornerini 83'te kullanması ayrıca düşündürücüydü. Aslında tek problemleri sahada olup bitenler de değil. Yönetimsel olarak da sorunları olduğunu düşünüyorum. Özellikle transfer politikalarının çok hatalı olduğunu söyleyebilirim, yakın zamanda somut örnek olarak gösterebileceğimiz Yıldırım Demirören'in Beşiktaş'ının çok transfer yapma hastalığına yakalandıkları ortada. Şu an içinde bulundukları durum Kayserispor gibi potansiyelli bir camiaya yakışmıyor. Umarım çocukluğumun efsanelerinden Prosinecki yönetiminde hem istikrarı hem de başarıyı yakalarlar.

İkinci yarısı oldukça sıkıcı geçen maçta akıllarda kalan bir diğer pozisyon ise Burak'ın 90+2 de kaçırdığı akıl almaz pozisyondu. Gol kralı olmuş bir futbolcunun buna benzer pozisyonları gol yapması gerekir. Ancak Burak bu pozisyonda golü bulamayınca maç 3-0 bitti ve Galatasaray taraftarı üst üste alınan kötü sonuçlardan sonra biraz olsun rahatlamış oldu.

Şampiyon üzerine tiyatral bir yazı

Bugün tüm Ankara'lı yarışseverlerin her sene merakla beklediği İngiliz safkanların en prestijli yarışlarından Cumhurbaşkanlığı Koşusu ve Arapların gazisi sayılan 800.000 tl ödüllü Cumhuriyet Kupası Koşusu nefesleri kesen mücadelelere sahne oldu. 2400 metre çim pistte yapılan 74. Cumhurbaşkanlığı Koşusu'nu Seyok ekürisinin kalitesi tartışılmaz safkanı Hanbeş (Mohan-Milagrose) 2.32.30'luk derece yaparak burun farkı ve sert jokeyi Ayhan Kurşun ile kazanarak Sayın Nevzat Seyok'u 2010'daki  Pan River'ın zaferinden sonra  kürsüde tekrar onurlandırdı. Bu yıl 32.si düzenlenen Cumhuriyet Kupası Koşusu'nun hikayesi ise bu kadar basit değil. Bu yazıyla ilk anlatmak istediğim; at yarışları ülkemizde onunla ilgilenen insan profilinin bizlere yansıttığının çok üzerinde taktisyenlik gerektiren ve yanlış anlaşılan bir spordur. Ganyan oynamaktan ibaret değildir, böyle sunulması toplumumuzun bir değerden yoksun olmasına sebebiyet vermektedir. Bahis bu sporu normal sporlara göre daha zevkli hale getiren bir araçtır sadece. Mustafa Kemal'in de söylediği gibi: ' At yarışları modern toplumlar için sosyal bir ihtiyaçtır.' İkinci anlatmak istediğim ise sporun özünden gelen bir düşünceye tekabül eder: Muazzam bir taktisyen de olsanız, hesaba katmadığınız durumlar mutlaka olacaktır ve işin güzel yanı, bu durumlar söz konusu olduğunda öylece izlemekten öteye gidemeyecek olmanızdır.

 

Dünya'da Arap atçılığında açık ara en çok paranın döndüğü ülke olmamıza rağmen son yıllarda yabancı atlarla baş edebilecek düzeyde safkanlar çıkartamamaktayız ne yazık ki. Kafkaslı-Turbo-Ayabakan'lı dönemden sonra iyice düşüşe geçen Türk Arapları'nın son yıllardaki en önemli 2-3 safkanından biridir Gelibolu kuşkusuz. Pist ayırmadan her ortamda istikrarlı koşabilen kan hattına sahip oluşu da birçok büyük yarışta büyük başarılara imza atmasının nedenlerinin başında gelmektedir. Her ne kadar hatırlanacak bir şampiyon olsa da benim de içinde bulunduğum bir grup yarışseverin Türk Arapları'nın altın çağına tanık olduktan sonra yetersiz gördüğü, Onurkaan'la beraber meydanı boş bulup ipi göğüslediğini düşündüğü bir safkandır. 2011 sonu ve 2012 yılının büyük bölümünde meydanı Darfur ile Onurkaan' a bırakmıştır zira. 16.09.2011'den bu yana hemen hemen her yarışta tabela yapsa da birincilik görmemiştir. Sakat olduğu, jübile    yapacağı, aygıra çekileceği hatta sahibi Cüneyt Çalıcıoğlu tarafından artık Elazığ'da yarıştıralacağı söylenedursun; gündemde kalmasını sağlayan asıl durum Halis Karataş'ın elbette ki üst düzey koşular hariç hayret verici şekide Gelibolu'yla yarışmayı bırakmayışıdır. Söz konusu tarihten itibaren 14 koşuda on üç tabela bir de beşincilik elde edebilen şampiyonun kazanmayı unuttuğunu düşünenler kervanına, nihayet Cumhuriyet Koşusu'na son ayların en formda safkanı ve ekürisi Eskişehirli ile koşunun tartışmasız favorisi Lidertay'la katılacağını deklare eden Karataş da dahil olmuştur, bizleri şaşırtmayarak; zira kendisi 'hatır' kelimesini sözlükten çıkaralı yıllar olmuştur. Başta Karataş olmak üzere hepimizin unuttuğu bir şey vardır; atlar son derece hissiyatlı hayvanlardır ve bir at şampiyonsa eğer, unvanının herkesten daha çok farkındadır. Gelibolu kazanma azmiyle ve kıskançlığıyla bunu hepimize anlatmaya çoktan hazırmış meğer.


Yarış öncesi ufak bir analiz yapmak ve favori safkanları değerlendirmek gerekirse; Ulusoy ekürisi çok iddialı isimlerle göze çarpmaktaydı. Pist ve mesafe ayırmaksızın son 6 yarışını kazanmış Lidertay, jokeyi Halis Karataş'la mutlak favoriydi. Bunun dışında temposunu yarışın tümüne yansıtabilirse tecrübeli isim Sadettin Boyraz ile koşacak olan eküri Eskişehirli mesafenin 1600 olmasıyla da tabeladaki yerini kesinleştirecek gibiydi. Son şampiyon fakat formsuz Onurkaan bana göre doğru bir tercih olan Gökhan Gökçe ile start alacaktı. Çıktığı 10 çim yarışın 9'unu kazanan kalite safkan etkili orijini ve TBMM koşusunda son anda jokey değişikliğine rağmen G. Gökçe ile ilk yarışında iyi uyum sağlayıp ipi göğüslemiş olmasıyla her daim tehlike arz etmekteydi. Arap atçılığının duayenleri kabul edilen Gülerce ekürisi ise son zamanlardaki alışkanlıklarını bozmayarak Darfur-Kurtel-Kocaerol 3'lüsü ile yerlerini alacaklardı. Mehmet ve Selim Kaya kardeşler sırasıyla Darfur ve Kurtel ile yarışacaklardı. Son 200'deki acı sprintleriyle kendini kanıtlamış Darfur, son nesil Arapların en gözde safkanı Kurtel ekürinin iddiasını ortaya koyuyordu koymasına da, dikkat edilmesi gereken  nokta, kaçak at Kocaerol'un üzerindeki Bekir Gökçe ismiydi. Ekürinin kurt eğitmeni Arif Bektaş'ın bir planı olduğu kesindi ve taktiği birçoklarının yarışın sonunda anlayacak olması ile birlikte bana göre harikulade bir taktik yapmıştı. Birazdan her şeyi yerle bir edecek esas oğlanımıza ise Ahmet Çelik eşlik etmekteydi. Gelibolu'nun son iki yarışını sıkı takibe almış olacak ki kariyerinin sonlarına gelmiş ve eski formundan uzak şampiyonu birçok ata tercih etti. Geçen sene Onurkaan'la kazanan ta kendisiydi. Ahmet Çelik'e bir kez daha büyük saygı duyduğumu belirtmek isterim.

 
   

Beyaz bayrak kalktı, start verildi ve 32. Cumhuriyet Kupası Koşusu başladı. Beklenildiği üzere kaçak Kocaerol her zamankinden çok daha iyi bir startla kendini öne attı. İlk 20-30 metre tempoyu artırarak gözdağı verir gibiydi. İç kulvardan yanına sığışmaya çalışan Rüzgartay'la dalga geçmeye hazırlanıyordu derken   yarışın ilk 50'si geçildiği andaki tabloyu gördüğümde Gülerce ekürisinin taktiği kafamda şekillendi ve hayranlıkla takibe koyuldum: Henüz yarışın 35. metresinde Bekir Gökçe kamçısını çıkardı, diğer eküriler Darfur ve Kurtel son iki sırada yarışı izliyorlardı ve Kaya kardeşler yarışın temposundan çok uzak bir şekilde atları tutmaktaydılar. Bu her şeyi açıklardı işte: Kocaerol fedaiydi, Gülercelerin korktuğu isimler ( Eskişehirli, Lidertay ve Onurkaan ) yarışı 2. grupta takip etmeyi sevdiğinden Kocaerol vitesi artırıp onları hızlı tempoya ortak edecek, son düzlükteki tempolarını kesip kenara çekilecekti ki fazlası beklenemezdi. Daha sonra ufak ufak eküriler ön gruba yaklaşacak ve son düzlükte piyasadaki en iyi sprint atan iki Arap olduklarından ötürü güle oynaya finişe gideceklerdi. Nitekim Karataş ile Sadettin Boyraz gibi iki tecrübe Kocaerol'un temposuna erkenden ortak olmaya çalıştılar ve hatırı sayılır büyüklükte bir tuzağa düştüler. Onurkaan'da 2. grupta tempoya dahil olmaya çalışmasının üzerine, bir de dört atın arasından yol bulamayınca Gökhan Gökçe'nin bariyere dalma çabalarına rağmen yarıştan koptu. Son 300'de Kocaerol yarışı ekürilerine teslim edercesine kenara çekildi, bu esnada Mehmet Kaya aradan kendisine yol bularak orta kulvardan öne atıldı, Lidertay erkenden kırıldı, Eskişehirli son çırpınmalarını yaptı ve en dış kulvardan Selim Kurtel'e sert teşviklere başladı. Fakat anlık bir şekilde kafa kurcalayan Darfur'un sert sprintine harika tepkiler vermese de açtığı yoldan kısa takibe başlayan Gelibolu'nun atağa kalkması oldu. Mehmet Kaya kendisiyle özdeşleşen saniyede üç teşviğe çıkınca Gelibolu bu sprinte dayanamaz dediğimiz anda her şeyi değiştiren Kurtel'in dış kulvardan kanatlanışı oldu. Kurtel son 150 metreye Darfur'dan da daha hızlı girdi. Gelibolu tam bıraktı derken şampiyon Kurtel'in sprintine kimsenin beklemediği bir reaksiyon gösterdi ve son 100'de 3 at birbirlerinin nefeslerini hissedercesine finişe doğru saldırmaya başladı. Gelibolu'nun tepkisi inanılmazdı, o iki saniye donup kaldığımı hatırlarım sadece. Şampiyon iki ekürinin arasında korkusuzca atağına devam etti ve 3 safkan tek vücut halinde aynaya girerken kafalarda tek soru vardı: Gelibolu bu yaşında, bu güçte ve uzun vadede bu kadar formsuzken bu sprinti nasıl atabildi? Üstelik her ne kadar Gülerce ekürisi onu düşünerek bunu yapmasa da 2. grupta tempoyu artıranların arasında o da vardı. İşte bu sorunun cevabını işin teknik yönüyle vermek olanaksızdır. Kurtel o koşuyu yapmasaydı Gelibolu yarışı bu noktaya asla getiremezdi, acımasız safkanın nefesini ensesinde hissetmesiydi onu harekete geçiren; belki de kıskançlığı ve azmiydi. Foto finişi beklerken Gelibolu'nun o tepkisine tanık olduktan sonra kazananın benim için gerçekten önemi yoktu. O artık benim için sergilediği karakterle zaten gerçek bir şampiyondu. Halihazırda Selim Kaya da finişte ayağa kalkarak zafer işaretini yaptığından ötürü muhtemelen kazanan Kurtel'di. Kurdukları muazzam oyunun sonucu yarışın hak edenleri de Gülerce ekürisiydi bana göre. Bir yarışsever olarak hayatımda seyredebileceğim en eşsiz yarışlardan birini de seyretmiştim, keyfim yerindeydi açıkçası. Fakat fotofiniş resmi açıklandığında, yerinde olmak isteyeceğim son kişi; hipodromda kupon yırtılma seslerinin yankısı altında, o kadar mesai harcanmasına ve mantıklı hamleler yapılmasına rağmen nereden çıktığı bile anlaşılamayan 4 numaralı Gelibolu'nun ismini resmin altında gören Gülerce ailesinden herhangi biridir kuşkusuz.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Euroleague 3. hafta değerlendirmesi

Euroleague'in 3. haftasını da geride bıraktık. Geride kalan üç haftanın ardından, bizim adımıza sevindirici bir gelişme olarak, Jordan Farmar'ın 2012-2013 EL sezonunun majesteleri olmaya aday olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun yanında, takımlar artık son rötuşlarını yapmaya başladılar. Haftanın en dikkat çeken hadiseleri arasında sanırım Montepaschi Siena'nın ve Olympiacos'un 'fiilen' teslim bayrağını çekmelerini gösterebiliriz. Bu iki takım, son on yılın en büyük ekollerinden ikisi, son ana kadar da potansiyellerini zorlayacak ve prestijlerini korumak isteyeceklerdir fakat artık zaman, onların zamanı değil gibi görünüyor. Öte yandan, Zalgiris Kaunas ise, Litvanya'nın EL'deki makus talihini bu sene -eğer takım sahibi Vladimir Romanov, koç Plaza'yı da kafatası koleksiyonuna dahil etmezse- yenecek gibi. Onlar adına 5. haftadaki Efes deplasmanı ilerisi için önemli bir gösterge olacaktır. Üçüncü haftanın ardından, temsilcilerimiz dışında en çok akılda kalan oyuncular ve takımları ise şunlardı: Real Madrid'den Rudy Fernandez ( 8/12 iç saha, 3/5 üç sayı isabeti ile 21 sayı, 5 asist, 3 top çalma ve 2 ribaund ) ve Caja Laboral'den Nemanja Bjelica (8/13 saha içi, 2/3 üç sayı isabeti ile 20 sayı 9 ribaund ).
Takımlarımızdan Beşiktaş ve FB Ülker ise bu hafta ilk kez mağlubiyetle tanıştılar. 3'te 3 yaptığımız bir haftanın ardından, pek de tatmin edici ( Cedevita gibi rakiplere karşı içeride alınan galibiyetler, artık pek sevindirici özelliğe sahip değiller ne yazık ki (!)) bir hafta değildi; haftayı 1-2 ile kapattık. İşte temsilcilerimizin üçüncü hafta performanslarının değerlendirmeleri:


Fenerbahçe Ülker 75 - 83 Real Madrid

Euroleague'in 3. haftasında temsilcimiz, grup birinciliği açısından hayati önemdeki maçta, Real Madrid'in kazanması için elinden gelen her şeyi yaparak kaybetti. Fenerbahçe Ülker maçın başından itibaren Draper, Rodriguez ve Fernandez gibi çok hızlı ellere sahip guardlara karşı felaket bir pas oyunu oynadı. Real Madrid Euroleague'in açık alan oyununu açık ara en çok seven takımı. Ve eğer siz böyle bir takıma karşı, özellikle pivotlarınızla topu buluştururken bu denli dikkatsiz olursanız (FB bu maçta toplam 18 top kaybı yaptı) yenilgi kaçınılmaz olur. Fenerbahçe, Real Madrid'in kısalarının top hırsızlığına karşı çaresiz kalırken, boyalı alanda da felaket bir performans sergiledi. Sarı-lacivertliler hem hücumda hem de savunmada pick'n roll oyununda (McCalebb'in patlayıcılığı bileğindeki sakatlık yüzünden hiç yeterli değildi) ve transition savunmasında felaketti. Bunun üstüne bir de Real Madrid'in maç boyunca aldığı 14 hücum ribaundunu da hesaba katarsak ortaya çıkan tablo pek şaşırtıcı olmuyor.

Oğuz, Batiste ve Andersen, özellikle ilk yarıda Begic, Slaughter ve Mirotic'e karşı çok zorlandılar, özellikle Begic sayesinde Madrid ilk yarıda potaya gitmekte hiç zorlanmadı, öyle ki Begic hızlı pas oyunlarını bitirme konusunda ilk yarı boyunca hatasızdı (7/7 saha içi isabetiyle 14 sayı buldu). Jaycee Carroll ise ilk yarıda bir başka fark yaratan isimdi; Fenerbahçe'nin adam paylaşımındaki sorunlara çözüm getirememesini iyi değerlendirdi. Fenerbahçe adınaysa ilk yarıda Andersen ve Preldzic skora katkılarıyla farkın 6 sayıda kalmasını sağlayan isimlerdi.


İkinci yarının başında, Türk takımlarının artık kanıksadığımız ''ikinci yarı başı rehaveti'' sonucu fark 4 dakika içinde 15'e çıktı: 31-46. Bu dakikadan itibaren, Bogdanovic ve Preldzic hücumda, İlkan da savunmada takıma hareketlilik getirince Fenerbahçe oyunu dengelemeye başladı. Bu üçlüye son çeyrekte Ömer Onan da üçlükleriyle katkı yapınca fark üçe kadar indi fakat Rudy Fernandez'in son bölümdeki dominasyonu ve Ömer Onan'ın kırılma anlarında yaptığı iki top kaybı maçın kopmasına neden oldu.
Fernandez'le ilgili de bir şeyler söylemek boynumuzun borcu. Hızlı hücumlardaki becerisi, pas oyunundaki kararları, birebirlerde geriye çekilerek attığı isabetli şutlarla ve hücum estetiğiyle kalibresinin Euroleague'e fazla geldiğini bir kez daha kanıtladı. Madrid eğer Top 16'da uzunlarından daha fazla verim almaya başlayabilirse, Fernandez'in liderliğinde F4 sürpriz olmaz.


Fenerbahçe maç boyunca Real Madrid'e karşı yapmaması gereken bütün hataları yapmasına rağmen sadece sekiz farkla yenildi; bu da tek sevindirici noktaydı. Bu noktada yenilgiyi değerlendirirken Pianigiani'ye de bir parantez açmak lazım. Madrid'in hızlı uzunlarına karşı çok yavaş kalan Oğuz, Batiste ve Andersen'in aldığı sürelerden ikişer dakika kısıp İlkan'ın biraz daha fazla sahada kalmasını sağlayabilseydi Madrid boyalı alanda bu kadar fazla şans bulamazdı. Zira İlkan hem perde sonrası adamını takip etme konusunda gerçekten çok dikkatli hem de önemli bir blok tehdidi. Boyalı alan savunmasının yanında Madrid'in hızlı pas oyununu da yavaşlatabilirdi çünkü elleri de ayakları kadar hızlı bir oyuncu İlkan.
Bir diğer konu da guard tercihleriyle ilgili: McCalebb'in hızı ve patlayıcılığı bu seviyedeyken, alternatif yaratma adına, oyunu kontrol etme ve yönetme konusunda Barış Ermiş, Bremer'dan kesinlikle daha iyi bir tercih. Bremer üç maçtır takımla çok uyumsuz gözükmesine rağmen Barış hak ettiği dakikaları bir türlü alamıyor. Union Olimpija deplasmanında, son dakikalarda attığı iki üçlükle maçı koparıp kredisini arttırmasına rağmen bu maçta hiç süre alamaması şaşırtıcıydı.


Takımın diğer aksayan yönlerinin düzelmesi için Pianigiani'nin yapabileceği pek bir şey yoktu; zira Fenerbahçe Ülker'in başrol oyuncularının hepsi yeni. Bu takımın birbirini tanıması için daha çok zamana ihtiyacı var. Yeni gelen oyuncular birer birer üzerlerindeki ölü toprağını atacaklardır, zaten bu maçta da sıra Andersen'deydi.
Yalnız bütün bu iyimser havama rağmen, oyunun bazı bölümlerinde hala Preldzic'in geçen seneki gibi ''buraların en büyüğü'' rolüne soyunması eski kötü hatıraları da hatırlatıyor maalesef. Preldzic tabii ki oyunun sıkıştığı anlarda sorumluluk almaya devam edecektir, etsin de zaten; fakat Pianigiani'nin bazı kararları alma konusunda Spahija gibi paralize olması endişe verici.

-BERK ÇETİN


Barcelona Regal 72 - 60 Beşiktaş JK

Euroleague'deki ilk iki maçında bu ligin köklü ekiplerinden Partizan'ı evinde 16 sayı, sonrasında Euroleague'in en zor deplasmanlarından biri olarak kabul edilen Bamberg deplasmanında rakibine yine 15 sayı fark atarak parkeden ayrılan temsilcimiz bu maçların dönüşünde ise Türk Telekom ve Pınar Karşıyaka maçlarında sanılanın aksine çok fazla zorlandı. Ligdeki maçlarda Vidmar'ın Türk statüsünde oynayamaması, Falker'ı oynatamadığı için pota altı rotasyonunda darlık yaşayan takıma Curtis Jerrells'ın da yokluğunun eklenmesi ve Bamberg dönüşü kısa sürede İzmir'e deplasman yolculuğu yapılması sebebiyle Karşıyaka maçında kesin bir favori yoktu ve maçı Lee Dixon'ın skorer oyununa karşılık veremeyen Beşiktaş kaybetti. İkinci çeyrekte bir ara 20'ye kadar çıkan fark 4 sayıya kadar inmişti ve eğer Beşiktaş salt atarak kazanma düşüncesinde olmasa ve savunmaya da biraz odaklanabilseydi böyle bir sonuç almayabilirdi.


Barcelona maçına geçersek; back to back yapan bir takımın Euroleague'in şu andaki form durumları göz önünde bulundurulduğunda en iyi savunma yapan takımına karşı deplasmanda pek de varlık göstermesini beklemiyordum fakat kötü rotasyon ve faul problemlerine rağmen maç 3. çeyreğin sonlarına kadar epey çekişmeli geçti. Barça'nın maça 10-3'lük bir üstünlükle başlamasına karşın Beşiktaş skoru eşitlemekte çok da zorlanmadı. Her ne kadar hücumda genel olarak 2 oyuncunun eline bakılsa da Vidmar'ın iki pota altında da üstünlüğü vardı ki bu onun ilk devrenin uzun bölümünde sahada kalıp epey yorulmasına neden oldu; zira BBL' de oynayabilen 2 uzundan en çok süre alanı kendisi. Hücumun diğer opsiyonları Jerrells ve Christopher çok düşük yüzdelerle oynadılar. Hücumda set oynatabilecek tek oyun kurucu olan Tutku(Muratcan bu maçta felaketti, bahsini dahi açmıyorum) ile oynarken çok daha verimli görünen Christopher, Jerrells'ın bire bir hücumları sırasında koridoru boş tutmak için sabit bir şutör gibi üçlük çizgisinde sürekli çakılı kaldı. Vidmar'ın kenarda olduğu her dakikanın kendisi için avantaj olduğunun farkına varan Barış Hersek sahada olduğu 5 dakika süresince savunmada Jawai'ye eşleşme problemi yaşattı ve Tutku ile girdiği ikili oyunlarla 4 sayı 1 asist buldu; fakat hücumda boyalı alanda top alan Jawai'yi durdurmak, şu an için ne Hersek ne de başka bir savunmacı için pek mümkün gözükmüyor. Keza Huertas, karşısında Tutku ve Jerrells'ı bulunca çok kolay sayı üretti(Jasikevicius da bu ikiliye karşı 2/2 attı). Açıkçası ben Jerrells'ın enerjisini hücuma saklamak adına defansta ikinci viteste performans göstermesini anlayamıyorum. ''Savunmadan beslenen hücum'' sloganı altında birleşen bu takımda, hücumda diri kalmak adına savunmada en üst düzeyde efor sarf etmemesi gibi bir lükse hiçbir oyuncu sahip olamaz.


Normal şartlar altında son çeyreğe 7 sayı farkla girilen Barcelona deplasmanı çok yüksek ihtimalle ev sahibinin galibiyeti ile sonlanır; hele ki Barcelona son 5 dakikada 6 sayı atabilen bir takımla oynuyorsa. Vidmar'ın faul problemine girmesiyle, Kunter bu dakikalarda çok mantıklı bir hamle yapıp 5 kısaya dönüp risk aldı çünkü Barcelona deplasmanında alışılagelmiş bir beşle çok iyi bir oyun sergileseniz bile Beşiktaş gibi 'orta direk' bir takımsanız kazanmanız düşük ihtimaldir. Kısa beşe geçildiğinde yine Karşıyaka maçındaki gibi atarak kazanma isteği yerine savunmada top çalmaya yönelik hareketli bir alan savunması izleyebilseydik belki de Beşiktaş şu an Euroleague'in en çok konuşulan takımı olabilirdi.


Maç dışı fakat performansla ilgili birkaç eleştiri yapacak olursak:

1)Dasic'ten 3 numarada yararlanmak bir hata gibi gözüküyor çünkü asla Preldzic gibi bir dribblingçi olamaz ve 'size' avantajını savunmada kendi lehine kullanmak gibi bir hevesi de yok gibi gözüküyor. Bu yüzden hem BBL'de hem de Euroleague'de performans veremiyor. Potansiyeli kendisine biraz daha sabredilmesini sağlayacaktır fakat bir üst düzeydeki rekabet seviyesinde(muhtemel bir top 16) Beşiktaş Dasic ile ilgili umutlarını azaltacaktır.
2)Christopher çok üst düzey bir şutör ve maç içinde ısınma gibi bir problemi yok; fakat Kunter Beşiktaş'ın hücum şablonunu eğer kısa sürede değiştirmeyi düşünmüyorsa Jerrels ya da Christopher'dan birini bench'e çekip ikisini aynı anda çok kısıtlı bir süre sahada tutması çok daha mantıklı olacaktır; çünkü bu takımın geçen seneki gibi sıkıntılı anlarında hücumu sırtlayabilecek bir Hawkins'i yoksa da Christopher'ı olmalı.

Kaybedilen Barcelona deplasmanının aslında kayıp sayılmadığını herkes biliyor ve şimdi önemli olan Pazar günü oynanacak Tofaş maçıyla formsuz oyuncuların silkelenmelerini sağlayabilecek bir yöntem denemek ve CSKA maçı için hazırlanmak. Beşiktaş her ne kadar dar rotasyona sahip ve çaylak bir EL takımı olsa da, dört kupaya ve ligin en iyi koçlarından birine sahip takımdan hiç kimse TOP-16 'dan azını beklemiyor.

-MEHMET UMUR


Anadolu Efes 85 - 66 Cedevita Zagreb

Anadolu Efes, Euroleague'deki üçüncü sınavını Hırvat temsilcisi Cedevita Zagreb karşısında verdi. Efes Stanko Barac'ın sakatlığı sonrası Uruguaylı pivot Esteban Batista'lı bir uzun rotasyonuna sahipti. Cedevita Zagreb'de ise, sezon başında yapılan sağlık kontrollerinden geçememesine rağmen takımda tutulan Fenerbahçe Ülker'in eski oyuncusu Marko Tomas'ın henüz kadroya girememesi dikkat çekti. Tomas özellikle kısa forvet konusunda sıkıntı yaşayan Efes'e, bire bir oyunlarıyla problem çıkarabilirdi.


Bayram tatillerine denk gelen maçlarda taraftarların 'ya herro ya merro' tarzındaki tutumu hep dikkatimi çekmiştir. Dün de oldukça az olan taraftarların büyük bölümünü bayram harçlığını yeni almış gençler oluşturuyordu. Yalnız, Cedevita'yı Türkiye deplasmanında desteklemeye gelen azımsanmayacak sayıdaki Hırvat fanatikler de oldukça hoşuma gitti.
Tomas'ın yokluğunda, yine eski bir Beko Basketbol Ligi oyuncusu 'küçük çocuk' Marques Green gibi, geçen sezon Mahmuti'nin Galatasaray'daki gözdelerinden Luksa Andric ve Anadolu Efes'in geçen sezonki hüsranındaki başrollerden Vlado Ilievski gibi tanıdık simalar 12 kişilik Cedevita kadrosunda yer aldı.
Tanıdık simalar demişken, Mickael Gelabale hakkında da birkaç şey yazmak istiyorum. Avrupa basketbolunu son 10 yıldır takip eden herkese 2000'li yılların başlarında oldukça heyecan veren, atletik, Afro-Fransız bir genç vardı: Mickael Gelabale. Fakat mental problemleri yüzünden -fikrimce aynı jenerasyondaki Pietrus'lardan, son dönem yıldızı Nicolas Batum'dan daha yetenekli olsa da- en üst seviyelere hiçbir zaman gelemedi. Efes maçında da gördüğümüz gibi 30 yaşına gelen Gelabale'in 'heyecan verici' kimliği epey uzaklarda kaldı.



Maç öncesi Sinan, Gordon, Vujacic gibi oyunculara üstünlük sağlayabileceğini düşündüğüm Gelabale, erken iki faul alarak kenara gitti. Olympiacos maçında Spanoulis'i tutma görevini elinden geldiği kadar iyi yapan Sinan Güler'e, bu kez 1.65'lik Green'i tutma görevi verildi. Topa baskıyı üst seviye yapmaya çalışarak maça başlayan temsilcimiz, hücumda da Olympiacos maçında da üstünde durduğum hızlı hücumlarla ve Lucas - Dusko - Farmar üçlüsünün iyi oyunuyla bir anda öne fırladı. Tek problem ilk 3 dakikada verilen hücum ribauntlarıydı. Fakat totalde dış oyuncular ( Gordon-Farmar-Vujacic ) 16 ribaunt alarak beklentileri fazlasıyla karşıladılar. Oktay Mahmuti'nin kenardan uyarılarıyla, Jordan Farmar oyunun temposunu ilk yarı boyunca yüksek tuttu. Altı çizilmesi gereken diğer bir nokta da, özellikle NBA'de oynadığı dönemde zıvanadan çıkmasına aşina olduğumuz Farmar'ın, koçu tarafından (Gordon ve Tunçeri'nin de yardımıyla ) kontrol altında tutulmasıydı. Geçen yılki lokavt dönemini David Blatt'in Maccabi'sinde geçiren ve her maçta performansının üstüne koyan Farmar'ın şu ana kadarki Efes performansının harikulade olduğu yadsınamaz. Örneğin, Farmar'ın son iki Euroleague maçında oyun kurucuların verimini ölçen ve vasati olarak 2 oranı gösterilen asist/top kaybı oranı 18 (18/1) !!!


Farmar'ın yanında diğer organizasyon liderine de hakkını vermek lazım. Lucas Gordon Türkiye'ye geldiğinden beri oynadığı istikrarlı basketbolla herkesin takdirini kazandı. Sahaya akıl koyması, -yukarıda da yazdığım üzere- Farmar'ı dizginlemeye yetkin olması ve oyunun temposunu koçun isteğine göre ayarlayabiliyor olması Efes adına çok artı puanlar. Bunların yanında olağanüstü çabuk elleriyle, dirençli ve sert savunmasıyla hem pas kanallarını tıkayabiliyor hem de eşleştiği oyunculara arıza çıkarıyor; bu da yetmezmiş gibi hücumda da skora katkı yapınca, onu izlemesi çok keyifli bir hale geliyor.


Maça dönersek, Zagreb takımının özellikle ilk yarıda fazlaca top kaybetmesi Efes'e kolay fast-break imkanları sağladı ki temsilcimiz de bunu iyi değerlendirdi. Böylece ilk yarı 16 sayı farkla (44-28) sonuçlandı. Üçüncü çeyreğe daha sert savunmayla başlayan lacivert-beyazlılar, hücumda da doğru tercihler yaptı. Koç Maljkovic'in de bu olan bitene seyirci kalmasıyla beraber fark 20 sayının üzerine çıktı. Daha sonra özellikle Ilievski, kontrolü eline alarak tempoyu maç genelinin çok çok altına çekti. Üçüncü periyodun bitimine 3.20 kala oyuna dahil olan Vujacic ise tempoyu tekrar yukarı çekmeyi başardı. Üzerine dördüncü çeyreğin başındaki Kerem Tunçeri-Marko Car gerginliği de eklenince, açık farka rağmen maç tekrardan izlenir hale geldi. Son periyot tam anlamıyla 'Wright & Green vs. Vujacic'e döndü. Bu düellodan Sasha galip çıktı ve Efes 19 sayı farkla, temiz bir galibiyet elde etti.

-OZAN KEBAPÇI

25 Ekim 2012 Perşembe

The 'Real' Livestrong: Jonah Lomu

Efsane olmak kolay değil. Ama son zamanlarda, kalbimizde, zihnimizde, mazimizde kendilerine değeri ölçülemeyecek yerler edinen efsaneler, gözlerimizin önünde kaybolup gidiyorlar. Ya başkaları, ya da efsanelerin bizzat kendileri tarafından, büyük emekler ve adanmışlıklar sonucu elde edilen o 'efsane' yakıştırmalarına ihanet etmek, artık çok kolay.


Alex de Souza efsanesinin yok edilmeye çalışılmasının acısı hala tazeyken, geçtiğimiz birkaç gün içinde bir de Lance Armstrong'un, çok uzun zaman içinde, hem sportif hem de insani kimliğiyle kazandığı yarı tanrısal imajın nasıl bir anda yok olabileceğini gördük. Armstrong'un önlenemez düşüşü çok daha öncesine dayanıyor aslında, doping davasında hukuki mücadeleden çekildiğini açıklaması, sonrasında sponsorlarını teker teker kaybetmesi ve başkanı olduğu kanser vakfından istifa etmesi son birkaç günün olayları değil. Fakat Armstrong 'mit'inin vefatı resmi olarak daha yeni borsaya bildirildi: Tour de France'ta kazandığı 7 şampiyonluk elinden alındı (Konuyla ilgili daha detaylı ve muhteşem bir yazı için buradan yakın). Armstrong'un yıllarca arkasında duran, onu savunan bütün sevdalıları şu an ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Üstelik Armstrong'u yıllardır haksız yere suçladıklarını düşündüğümüz bütün sporcu ve yöneticiler şu anda champagne supernova eşliğinde zafer purolarını yakmış durumdalar. Armstrong, kendi yaşam öyküsünden ve başarılarından güç ve ilham alan pek çok insanı üzmekle kalmadı, asıl haklı olanlara karşı da tarifi mümkün olmayan bir mahcubiyet hissini miras bıraktı. Sözün bittiği yerdeyiz maalesef, bir kez daha kandırılmışlık hissinin dayanılmaz ağırlığı altında eziliyoruz. Artık 4. aşama testis kanserinden mucizevi bir şekilde kurtulmuş olmasının bir önemi kalmadı, çünkü her TdF öncesi hayranlıkla izlediğimiz 'The Look'u artık her zamanki duygu yoğunluğuyla izleyemeyeceğiz, belki izlemek bile istemeyeceğiz; izlesek bile Armstrong'dan çok Jan Ullrich'e bakacak gözlerimiz.
Bisiklet sporunun ilk büyük global süper starı, modern zamanların pedallı marathon'u artık herkes gibi, hatalar yapmış bir 'insan' sadece. Bisiklet sporunun resmi tarihi sil baştan yazılacak, hatta wikipedia'da Tour de France başlığında Lance Armstrong ismi temizlenmeye başladı bile.
Caner Eler neler hissediyordur, tahmin dahi edemiyorum.

Buraya kadarki bölüm, hikayenin sadece küçük bir kısmıydı. Bundan sonra size, asla yerle yeksan olamayacak bir başka 'mit' hikayesi anlatacağım. 'Bütün Siyahlar*'ın içinde hem oyunun hem de Haka Dansı'nın en iyisi, hayatına, yaptıklarına ve bunları nasıl yaptığına daha yakından bakarsanız, bu 'mit'in yalan olamayacağını rahatlıkla anlarsınız; zaten Yeni Zelandalı bir rugby starının yalan söylemesini nasıl bekleyebilirsiniz ki?


Korkmayın, sizi olabildiğince hızlı bir şekilde yazının sonuna ulaştırmaya çalışacağım; çünkü en aşağıda sizi büyük bir sürpriz yumurta bekliyor olacak; eğer siz de rugby'nin sadece bir 'itiş kakış'tan ibaret olmadığını düşünenlerdenseniz.

Rugby sporu, Dünya üzerinde Britanya, Okyanusya, Güney Afrika ve Fransa dışına yayılmayı başarabildiyse, hakkını vermemiz gereken yiğitler hiç şüphesiz; Jonny Wilkinson, Sebastian Chabal, ama en önemlisi de Jonah Tali Lomu'dur. Lomu bu sporun ilk global süperstarıydı (Bir yerlerden Lance Armstrong ismini duyar gibiyim, bak gene hüzünleniyorum), bunun yanı sıra belki de en önemli tanıtım yüzüydü. Devasa cüssesini nadiren kontrol edemediği zamanlar dışında bu oyunu tertemiz oynardı, topu sol eline alır ve yoluna bakardı. Try yolunda karşısına çıkanı, hiçbir şey yapmadan (gerçekten hiçbir şey yapmadan, inanmıyorsanız aha bu da kanıt) toz duman ederdi. Bu oyunun en güçlüsü oydu, en karşı konulmazı, en engellenemezi de oydu; ama en önemlisi en hızlısı da oydu. 1.95 m boyunda, 120 kilo çeken, resmi kayıtlara göre 100 metreyi 10.8 saniyede koşabilen(resmi kayıt olsa da gözümle görmeden benim buna inanmam mümkün değil) bir adamdan daha azını bekleyemezsiniz.


Lomu süper starlığa henüz 19 yaşındayken, All Blacks'in formasını, Güney Afrika'da düzenlenen '95 Dünya Kupası'nda ilk kez giymeye başlamasından itibaren adım attı. Bu kadar geniş bir yetenek skalasına sahip bir adamın saha içinde pişmesi, olgunlaşması falan gerekmiyordu. O meşhur '95 Düna Kupası'nda gözler Güney Afrika Rugby Takımı, kaptanları Francois Pienaar ve Nelson Mandela'nın üzerindeydi; insan haklarıyla ve ırkçılıkla ilgili politik meseleler, turnuva öncesi de sportif öneminin önüne geçmişti; fakat şampiyon mucizevi bir şekilde Güney Afrika olunca ve bu şampiyonluk ülkedeki sorunların çözümü adına önemli bir faktör haline gelince, Lomu'nun turnuvadaki üstün performansı hepten unutuldu gitti (tabii ki burada sübjektif bir mukayese dahi söz konusu değildir). Ve hikaye bu andan itibaren dramatikleşmeye başladı. Sanki performansının gölgede kalması yetmiyormuş gibi 1995 yılının sonunda, böbreklerle ilgili bir hastalık olan 'nefrotik sendrom' teşhisi konuldu (kandaki albümin miktarının azaldığı, idrar ile haddinden fazla proteinin vücut dışına atıldığı bir hastalık). Bundan sonrasını kendisi anlatsın. BBC Sports'a 2004 yılında verdiği bir röportajda şöyle diyordu:

''İnsanlara hep, daha en iyi halimi görmediklerini söylüyordum. Yani demek istediğim, hiçbir zaman oynamak için yüzde yüz hazır olamadım. Normal bir erkeğin kan sayımı 140 civarındayken, ben hiçbir zaman 100'ü göremedim. Rugby oynadıktan sonra kendimi hep yorgun hissediyordum. Yenilenme ve dinlenme sürecim diğer oyunculara göre çok daha uzundu. Diğerleri birkaç saat içinde yorgunluklarını atabiliyorlardı, bense bir dahaki idmana kadar yataktan çıkamıyordum''


Hakikaten de, hastalığın vücudu üzerinde bıraktığı hasar, yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılıyordu. Gerçi 1999 Dünya Kupası'nda da 8 try ile bu alanda '95'in ardından gene 1. olmuştu ve 2001'de All Blacks'teki kariyerini noktalayana kadar kadar büyük turnuvalardan sadece 1997'deki Tri Nations Cup'ı kaçırmıştı. Dışarıdan bakınca, durum o kadar da fena gözükmüyordu. Fakat 2003'te Yeni Zelanda Rugby Birliği tarafından yapılan açıklamada, teşhisin konulduğu andan (1995 yılı) itibaren, Jonah Lomu'nun haftada üç kez diyalize sokulduğu söylenmişti.

Şimdi durun, ve bir rugby oyuncusunun, işler içinden çıkılmaz bir yola girene dek, sekiz yıl boyunca düzenli olarak haftada tam üç kez diyalize girip, bir yandan da bu sporu nasıl idame ettirebildiğini düşünmeye çalışın. Ya da boşverin, hiç kendinizi yormayın.

Diyaliz tedavisi elbette ki kaçınılmazdı; fakat bunun vücutta baş gösteren büyük yan etkileri olmuştu: Diyaliz tedavisi bacağındaki ve dizlerindeki sinirler üzerinde büyük hasarlar bırakmıştı. Eğer böbrek nakli yapılmazsa, Jonah Lomu'nun ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkum kalma ihtimali vardı.
2005 Temmuzu sonunda Lomu böbrek nakli oldu. Kimse ondan, ağır geçen bir nakil ve fizyoterapi sürecinden sonra eskisi gibi efsane olmasını beklemiyordu ama o asla sahadan uzak kalamazdı. Eskisi gibi ortalığın tozunu attıramayacağı aşikardı ama onun için önemli değildi:

''Bacaklarımdaki sinirler ciddi biçimde hasar görmüştü. Bacaklarımı sola doğru oynatmak istediğimde sağa hareket ediyorlardı. İki adım atsam yere yuvarlanıyordum.
Dünyanın dört bir yanında, bir sürü adamla bu oyunu oynamış biri için bu durumla baş etmek gerçekten çok zordu. Ama seviyesi ne olursa olsun, rugby oynamak için bir şansım daha olacağını biliyordum.''


Tekerlekli sandalyeye mahkum kalma ihtimalini atlatmış biri olsaydınız, ağır aksak da olsa, sadece yürümekten başka neyi arzulayabilirdiniz ki?
Lomu 2006 yılının sonunda tekrar rugby oynamaya başladı. Fakat, onun gibi büyük bir oyuncu olsaydınız, tekrar oynamaya başladıktan sonra asla o noktadaki durumunuzla yetinemezdiniz: Lomu yine, yeni ve yeniden All Blacks forması giymek istiyordu. 2007'deki Dünya Kupası'nda forma giyebilmesi için kurallar gereği aynı yıl içinde NPC'de(Yeni Zelanda Bölgesel Şampiyonası, ülkenin bir numaralı rugby ligi) Süper 14 takımından biriyle sözleşme imzalamış olması gerekiyordu; ama maalesef bu gerçekleşmeyince, siyah formayı tekrar giyme hayalleri de suya düşmüş oldu. Lomu 2007'de tanrısı olduğu sporu resmen bıraktı.

Bunca fiziksel hasar -ve bu hasarların sebep olduğu- mental yorgunluk sonucunda bir insanın en büyük arzusunu gerçekleştirmeye bu kadar yaklaşmış olması bile hayranlık uyandırıcı. Ama bir şey daha var ki, o da sanırım en inanılmazı. Reklam filmi de olsa, insan vücudunun kuvvetinin ve dengesinin en görkemli ve kudretli performansı budur sanırım. En azından benim için: ''football is for boys, rugby is for men; but just Lomu can knock a van down.''

*: All Blacks: Yeni Zelanda Ulusal Rugby Takımı'nın takma adı.


Borussia Dortmund 2 - Real Madrid 1

Şampiyonlar Ligi D(eath) Grubu'nun her maçı zevkli geçiyor. Grupta bulunan takımların hepsinin doğrudan hücümu düşünen takımlar olması şu ana kadar grup aşamalarındaki en gollü (20) grubu izlememizi sağlıyor. Değerlendirme yazısı için bu maçı seçmemin nedenlerinde bir diğeri ise hemen hemen aynı hücum tarzına sahip iki takımın birbirlerinden ne kadar farklı olabileceğini göstermekti.

Maça geçecek olursak; her ne kadar Essien'i sol bekte görmek şaşırtsa da iki takım da büyük oranda ideal denilebilecek onbirler ile sahaya çıktılar. Orta sahada Xabi Alonso ve Khedira ikilisinin beraber tercih edilme sebebi kesici role en uygun ikili olmaları ve Khedira'nın Almanya deneyimine sahip olması olarak gösterilebilirdi. Fakat sorun da burada başlamış gözüküyordu. 5. ile 20. dakikalar arası Dortmund'un genç oyuncuları yorulmak bilmeden ön alanda pres yapıp Real Madrid'in ilerideki yaratıcı isimlerine topun geçmesini mümkün mertebede engellediler. Mesut ve Di Maria'nın gereğinden fazla orta sahaya top çıkarmak için gelmesi ile ileride sadece iki (Gerçi onlardan biri Ronaldo biri Benzema) oyuncunun kalması Almanlar'ı rahatlatıyordu. Khedira'nın sakatlanıp yerini Modric'e bırakması orta sahada direnci biraz düşürse de Madrid bu sayede çok daha rahat hücuma çıkmayı başardı. Sol kanatta ise bek ile açığın uyum eksikliği paslaşmalarda çok belli oluyordu. Ronaldo ile Marcelo'nun uyumu sayesinde sağlanan müthiş bir geri dönüş varken bu akşam o kanat uyumsuz göründü, bunun sonucunda Ronaldo'nun çoğu kez o kanattan ayrıldığını izledik. Her ne kadar Marcelo'nun maaşı, Michael Owen sağolsun, Fifa tarafından karşılansa da eminim ki Mourinho maaş yerine Marcelo' yu bu mevkide görmek isterdi.


Dortmund ilerideki baskılı oyunu sonucu emeğinin karşılığını aldı. Pepe'nin pası La Liga'da olsa kesin Mesut' a ulaşırdı fakat Şampiyonlar Ligi gibi her top için kıyasıya mücadele edilen bir yerde, hele de basketbolda hücum ribaundu kovalar gibi her topa müdahalenin yeni bir atak başalngıcı olduğunu düşünen bir takıma karşı o pasın Mesut'a ulaşması mümkün değildi ve sonunda da gol geldi. Golde 32 yaşındaki Kehl'in pozisyon alışı, baskısı ve sonrasında verdiği pas gençler arasında yaşını unuttuğunun en önemli kanıtı.Ayrıca Lewandowski'nin vücudunu iyi kullanarak gol pozisyonunda topla Pepe'nin arasına girmesi onun ne derece üst düzey bir bitirici olduğunu bir kez daha tüm Avrupa'ya gösterdi.




Madrid' de ise her geri düşüldüğünde "Ben burdayım!" diyebilecek bir adam vardı ve Mesut goldeki hatasını çok müthiş bir uzun topla affettirdi. Ronaldo'ya kalan tek şey kaleciyi aradan çıkartmaktı ve bunu da her platformda rakibi olan Messi'ye nazire yaparcasına gerçekleştirdi.


İkinci yarıda ise ilk yarıda yaptıklarını çok daha iyi yapan ve üzerine koyan bir Dortmund sahadaydı. Orta sahada çok fazla top kaybediliyor art arda 2-3 kez atağın yön değiştirdiği oluyordu fakat genelde topun Alman temsilcisinde kalması Madrid'in atağa çıkmasını zorlaştırıyordu ki yolladıkları uzun toplar Hummels ve Subotic tarafından karşılanarak oyuna çok iyi sokuluyordu. Madrid defansından dönen toplar Alman ve Polonyalı orta saha oyuncuları tarafından alınıp hemen hücuma servis ediliyordu ki Dortmund'u öne geçiren gol de böyle geldi.


Yazımın başında da değindiğim üzere iki rakip, gerekli dikkati göstermeyen futbolseverler için benzer futbol oynuyor olarak gözükebilir fakat oyunun biraz daha detayına inildiğinde hızlı hücuma çıkış şekilleri birbirinden çok farklı.


  • Dortmund hücuma verkaçlarla ve beklenmedik bir hızda ataklarının yönlerini değiştirerek çıkarken, başarısız olduklarında dönen topların hakimi olmaya çalışıyor. Bu taktiğin avantajlarından en önemlisi oturmuş savunma düzenine karşı da uygulanabilmesi. Hızlı tek toplarla atağın yönünün sürekli değişmesi en sağlam savunmaları bile kademe hatasına sürükleyebiliyor. Dezavantajı ise sistemi uygulamak için çok üstün  tekniğe sahip oyuncuların bulunmasının zaruriyeti ama Dortmund gizliden gizliye bu işi çözmüş gibi. Footbonaut teknolojisi bu amaca hizmet edecek en önemli buluşlardan  biri olacak gibi gözüküyor.
  • Real Madrid ise her ne kadar teknik özellikleri üstün oyunculara sahip olsa da hızlı hücumlarda Dortmund'a kıyasla, savunma ve orta sahadan uzun toplarla savunmayı hazırlıksız yakalayarak golü bulmaya çalışıyor. Onların paslaşarak gol bulması sadece ilerideki dört futbolcuya bağlı iken Alman ekibinde ise tüm takım, yeri geldiğinde defans oyuncuları da hucümu zenginleştiriyor. Fakat her şekilde İspanyol temsilcisi Dortmund'a kıyasla daha geniş bir hücum yelpazesine sahip ( Nitekim, Şampiyonlar Ligi'nde şu ana kadar en çok gol atan takım onlar ).



İki takımın hızlı atağı birbiriyle farklı şekillerde oynaması ve muhteşem taraftar farkı yarattı. 3 maçta 7 puana ulaşan Dortmund, Manchester City'nin de Amsterdam Arena'da yenilmesiyle gruptan çıkmak konusunda çok büyük bir avantaj elde etti. İngiltere - Almanya rekabeti nedeniyle Westfalen'de Manchester City maçında yaratacakları atmosfer onlara, o maçta çok büyük avantaj yaratacaktır kuşkusuz.

24 Ekim 2012 Çarşamba

Altı yıllık yalnızlık



'' Bir futbolcu için, çok dengesiz biriydi; hastalığının konuşulması için bulunmaz bir fırsattı bu. Ancak bir santrfordan çok daha fazlasıydı. '' diyordu Gabriel Garcia Marquez dünyaca ünlü bir yazar olmadan önce gazetecilik yaptığı yıllarda, Heleno de Freitas'ın Kolombiya'nın Junior de Barranquilla takımında geçirdiği altı aylık süreyi özetlerken. Oysa ki Heleno'nun 1950 yılı için hayalleri çok başkaydı. 1946'da İkinci Dünya Savaşı'nın yaralarının henüz tam olarak sarılamamasından ötürü, Dünya Kupası'nın oynanmayacağının açıklanmasından sonra '' Kupa oynansaydı Brezilya benim sayemde şampiyon olurdu. Umarım Brezilya'da oynanacak olan sıradaki kupa da iptal edilmez. Bunun hesabını Almanlar'a, o kupada kendim soracağım.'' diyordu. Ancak o, bugün halen futbol tarihinin en büyük trajedilerinden biri olarak görülen; Brezilya'nın Maracana'da 175 bin Brezilyalı önünde kaybettiği finalin sonucunu, Kolombiya'da bir otel odasında öğreniyordu.


Futbol oynamak Heleno için çok önemli bir tutkuydu. Hukuk eğitimini tamamladıktan sonra bu yüzden futbolculuğu seçmişti. Bu seçiminden yıllar sonra, yaptığı bu tercihi annesine yazdığı bir mektupta '' Bir doktor, avukat, hatta bir piyanist olabilirdim. Ama ben bunları seçmedim. Tokalaşmayı, tebrikleri sevmiyorum. Ben hayatımda daha kaotik bir gürültü istedim. Etrafımdakilerin beni bağırlarına bastıklarını, ellerini havaya kaldırdıklarını görmek istedim. Böylece uçabilecektim. '' diyerek açıklıyordu. Bu yüzden doktoru ona frengi olabileceğini, birkaç test yaptırması gerektiğini söylediğinde; bunu reddediyordu. Tedavi için futbola ara vermesi gerektiğini biliyordu ve Botafogo'yu şampiyonluk yolunda yalnız bırakamazdı.  Ancak onun görmezden gelmeye çalıştığı bu hastalık, ona saha içinde ve saha dışında zarar veriyordu; vücudunun ve aklının kontrolünü kaybetmeye başlamıştı. Hastalığa kendi yöntemleriyle çare bulmaya çalışıyor, ama başarılı olamıyordu.


Takım arkadaşının ona, bir gazetecinin onun için söylediği '' Yalnızca bir futbol oyuncusu olduğunu unutuyor. '' sözünü hatırlatmasından sonra '' Ben bir futbol oyuncusu değilim, bir Botafogo oyuncusuyum. '' cevabını verecek kadar çok seviyordu kulübünü. Botafogo ile şampiyon olmayı çok istiyordu. Ancak kulüpte geçirdiği son yılda, şampiyon olmalarını sağlayacak bir penaltı vuruşunu kaçırması onun sonunun başlangıcıydı. Maç sonrası soyunma odasında hastalığının etkisiyle sergilediği davranışlar, kulübün artık onun için gelen tekliflerden birini değerlendirmesini kaçınılmaz kılıyordu. Bu hareketi uzun süredir takım arkadaşlarıyla yaşadığı sorunların ve takımda yarattığı huzursuzlukların doruk noktasıydı. Boca Juniors'a transferinin gerçeklemesi demek onun hamile olan karısını Brezilya'da bırakarak, vücudunu ve ruhunu kemiren hastalıkla tek başına mücadele etmeye devam etmesi anlamına geliyordu. Çok sevdiği kulübüyle şampiyonluk kazanamadan, oradan ayrılmak zorunda kalmak onun için çok zordu. Onun takımdan ayrılmasının ardından Botafogo'nun şampiyon olması ise onun için ayrı bir trajediydi.


Ülkesini terk ettikten sonra gittiği Arjantin'deki macerası onun için çok uzun sürmedi. Kısa süre de olsa, Arjantin'de geçirdiği dönem onun hastalığında önemli bir ilerlemeye sebep olmuştu. Ancak Brezilya'ya dönmek de onda beklediği etkiyi yaratmayacaktı. Yalnız kalmamak için futbolu seçen Heleno'nun, karısının onu eski bir takım arkadaşı için terk edeceğini öğrendiğinde yalnızlıktan kaçmak için başka bir yolu kalmıyordu. Artık tek hedefi kendisini futbola adayarak 1950 Dünya Kupası'nda Brezilya kadrosunda yer alabilmekti. Ama antrenman yapmakta bile zorlanan bir hale gelmişti. Onun için artık futbol rüyası sona eriyordu.


Kariyerinin son yıllarında önce Vasco'da, daha sonra Kolombiya'da, son olarak da bir diğer Rio takımı America da kısa dönemli futbol oynadı. Ama ilerleyen hastalığı onun futbol oynaması için artık büyük bir engeldi. 1953 yılında hastalığı son evresine girdiğinde bir sanatoryuma yatırıldı. Tam altı yıl boyunca, odasının duvarlarını süsleyen kariyerinin altın çağlarından kalan gazete küpürlerine bakarak yavaş yavaş aklını yitirdi ve ölümü bekledi. Filmlere ve kitaplara konu olmuş bu şaaşalı hayat 1959 yılında , o odada yalnızlık içinde son buldu. Geride Botafogo'nun yetenek avcılarının onu keşfettiği Copacabana Plajı'nda futbol oynayan bir çocuğa  para verdikten sonra söylediği sözleri bıraktı:

'' Bunun hepsini dondurmaya ve sinemaya harca. Sakın bütün gününü futbol oynayarak geçirme. Hayatta daha güzel şeyler de vardır.''


Galatasaray 1 - Cluj 1

Bu maçı hangi kriterlere göre değerlendirmem gerektiğinin tam ayırdında değilim, ayrıca Galatasaray hakkındaki ilk yazım olacağından genel değerlendirmelere de gireceğim.Yoksa 'Kim daha iyi orta açtı?' sorusu maç hakkındaki kilit cümle olurdu.

Evet, Galatasaray oynadığı üç Şampiyonlar Ligi maçında da şanssızdı ancak bu maçtaki şanssızlığı diğer maçlardaki atılamayan gol veya verilmeyen penaltı cinsinden değildi. Sevgili meteoroloji uzmanlarımız, eylül ayı başından beri yaptıkları tahminlerle hepimizi güldürdü. Maça saatler kala İstanbul'da, özellikle kuzey kesimlerde başlayan sağanak yağış, Ali Sami Yen Arena'nın Coca-Cola League 2 ayarında olmasıyla birleşince, kafamdaki soru işaretleri maç başlamadan büyüdü. Yetenekli ve kilit oyuncularımızın (Melo, Hamit, Selçuk, Amrabat) form ve kondisyon durumları,ağır saha şartlarında oynamaya elverişsiz futbol stilleri beni olumsuz düşünmeye sevk etti. Yine de Amrabat'ın geldiğinden beri en verimli oyunlarından birini oynadığını söyleyebilirim.










Daha oyuncular zemine alışmaya çalışırken, Cluj takımı 1. ve 3. dakikalarda kalemize çok tehlikeli geldi(Açıkçası uzun süredir Türk Milli Takımı'nı ve Galatasaray'ı izliyorum ve ne yazık ki rakiplerin her atağında gol yiyeceğimizi düşünmeye başladım). Bu ilk dakikalarda verilen pozisyonlar, maç öncesi oynamasının şüpheli olduğu konuşulan Semih Kaya ile partneri Dany arasında büyük koordinasyon sorunu olduğunun göstergesiydi. Nitekim ilerleyen dakikalarda yerden veya havadan gelen birçok topa beraber hamle yaptılar. Semih yetenekli,atlet bir oyuncu. Çok iyi bir hamle oyuncusu aynı zamanda. Ancak temel iki problemi sebebiyle beklenen seviyeye gelemeyeceği kanaatindeyim: topu oyuna sokma ve Türk defans oyuncularının pozisyon almadaki kronik hastalığa dönüşen problemi. Dany, Semih'e oranla daha süratli, top hakimiyeti çok daha iyi bir oyuncu fakat o da aşırı pervasızlığı yüzünden kritik hatalar yapabiliyor.90'da 40 metreden attığı şut, izleyenlere 'Kafan mı güzel Dany?' dedirtecek cinstendi. Neyse.

Verilen pozisyonlardan sonra uzun toplarla Cluj kalesine yüklenmeye başladı temsilcimiz Galatasaray. Tam rakibin baskı altına alındığı anlarda yenilen gol Terim'in tüm planlarını bozdu. Taraftarları da dramaları kanıksama yoluna itti.



Taraftarın temposunu da hiç beğenmedim açıkçası. Böylesine kritik bir maçta takımı bir üst seviyeye taşıyamadılar. Sahada futbolculardan daha agresif olması sebebiyle beğenmediğim birisi daha vardı, o da hakem Tagliavento'ydu. Sarı kartlardaki ve faullerdeki tavizsiz tutumu çok gerekli değildi , 28. dakikada da Aguirregaray'a bana göre hatalı bir kırmızı kart göstererek Cluj'u on kişi bıraktı. Elmander'in alnına inen dirseği ise en azından çizgi hakemi görmeliydi.


On kişi kalan rakibi üzerine gitmek zorunda olan Galatasaray biraz acele atılan uzun toplarla yalandan da olsa bir baskı oluşturdu(Şunu belirtmeliyim ki özellikle kaptan Cadu, partneri Piccolo ve oyuna ikinci yarı üçüncü stoper olarak giren Rada hava toplarında oldukça etkiliydiler). 34'te Sepsi'nin istemsiz de olsa topa eliye müdahale etmesi sonucu kazanılan penaltı atışı ise maçın kader anıydı. Penaltıdır, kaçar. Melo bu takımın iki sezondur penaltıcısıdır. Hepsine eyvallah. Ama transfer sezonundaki tutumunu, aldığı ücreti, forma girecek diye heba edilen maçları üst üste ekleyen Galatasaray taraftarının sabrı tükenmeye başladı haliyle. Maça iyi başlayan Hamit Altıntop, deyim yerindeyse bu iyi başlangıcın gazına geldi ve o zeminde gereğinden fazla zorlayarak aldığı topları ezmeye başladı. Sahanın ağırlığına dayanacak hali de olmadığından adelesi zorlandı. Terim de ısrar etmeyerek onu yanına aldı. Hamit'e bir de Elmander'in sakatlığı eklenince Fatih Terim henüz 42. dakikada iki değişiklik hakkını kullanmış oldu. Cluj takımının ilk yarının ortalarından itibaren zamana oynaması, mağlubiyetlerle geçen ekim ayının zihinlerinde yaptığı tahribatı açıkça belli etti. Yine de on kişi kaldıklarını ve çok kötü bir zeminde oynadıklarını unutmamak gerek. Ancak unutmamamız gereken diğer şey ise, bu zeminlerde tutmanın atmaktan daha kolay olduğudur.










İkinci yarı Cluj üç stopere dönerek kendi ceza sahasına bilinçli ve disipilinli bir şekilde gömüldü. Dakikalar 51'i gösterdiğinde Galatasaray Umut Bulut ile skoru eşitleme fırsatından yararlanamadı. Bu dakikadan Burak'ın golüne kadar geçen zaman akıllarda 'Orta Açma Yarışması' olarak kaldı. Tabi Sabri'nin oyuna dahil olmasını atlamamak gerekir. Gayet de iyi oynadı. 84'e gelindiğinde ise, umutlanan taraftara bayram hediyesi verme şansı Selçuk İnan'a geldi. 19 metreden kullandığı frikik kendisine hiç de yakışmadı. Benim Selçuk konusunda takıldığım başka bir nokta var: Frikikleri Selçuk etkinliğinde kullanan bir futbolcu nasıl olur da bir tane bile verimli korner atamaz? Benim buna cevabım yok. Ayrıca Terim de kornerleri paslaşarak attırmamalı artık. Bana kalırsa atılacak köşeye göre, sahadaysa Riera kullanmalı kenardan atılacak serbest vuruşları ve kornerleri.

Yolun yarısı geçildi ve geçen seneki akıcı oyunundan eser olmayan Galatasaray'ın matematiksel olarak şansı hala büyük oranda devam ediyor. Ancak futbolun iyi olmadığı aşikar. Yine de Burak 91'de gölü yapsa her şey daha farklı olurdu. Sonuçta bunlar puan maçı ve kim ne derse desin futbolda sonuç birincil önemdedir.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Bugün günlerden Drazen


''Final maçından sonra elinde o bayraktan olan bir adamın sahaya girmeye çalıştığını fark ettim. Oraya gidip o adama 'bu bayrak buraya ait değil' dedim. Bana Yugoslavya Bayrağı hakkında kötü şeyler söyledi. Ben de o kadar kızdım ki elindeki bayrağı alıp fırlattım.''

Her şey o andan sonra başladı.

1990 yazında Yugoslavya'da işler karışıktı. Ayrılıkçı Hırvatlar, seslerini iyiden iyiye duyurmaya, iki tarafta da milliyetçi duygular git gide körüklenmeye başlamıştı. 1990 FIBA Dünya Şampiyonası Finali'nde, SSCB'yi farklı bir skorla (92-75) mağlup eden Yugoslavya, 3. Dünya Şampiyonluğu'nu elde ederken, Toni Kukoc da MVP oluyordu. Fakat yıllar sonra 1990 Şampiyonasıyla ilgili akıllarda ne Yugoslavya'nın domine edici şampiyonluğu, ne de Toni Kukoc'un performansı kalacaktı; yukarıdaki fotoğrafta yaşananlar ve sebep olduğu mikro ayrılık, bütün bunların önüne geçecekti.

''Bu tepkim herkese açıkça göstermek istediğim bir şey değildi. Sadece takımımı korumak, ve bizim Yugoslavya'nın takımı olduğumuzu, Hırvat ya da Sırp Cumhuriyeti takımı olmadığımızı göstermek istemiştim. Hepsi bu.''

Vlade Divac, günümüzde tanık olduğumuz, pek çok milliyetçi sosla bezenmiş tartışmaya ve aksiyona nazaran, çok masumane kalan bu hareketi ve bu harekete neden olan anlayışı yüzünden en yakın arkadaşını kaybedeceğini tahmin edebilir miydi?

Toplumsal infialin, ayrılıkçı politikaların, tetiklenmiş milliyetçi duyguların sebep olduğu pek çok hazin ayrılıktan en yürek burkucu olanı belki de budur. Çünkü bir anda değil, uzun bir zaman dilimi içinde, taraf hissettikleri ulusal duygular sebebiyle araları bozulmuştu. Birbirleriyle yüzde yüz açık ve dürüst bir şekilde bu konuyu hiç konuşamamış, birbirlerini anlamaya çalışacakları bir tartışmayı hiç yaşayamamışlardı. Aralarının bozulduğunu fark edememişlerdi bile. Her şey tuhaf bir sessizlik içinde oluvermişti. Ve en kötüsü de, zamansız bir ölüm yüzünden, hiçbir zaman dilenemeyecek bir özrün açtığı yaranın bir türlü kabuk bağlayamayacak olmasıydı.

Drazen Petrovic, 'yazık oldu' tabirinin en çok kullanıldığı sporcudur belki de. Kariyerinin en önemli sekansına başlayacakken, henüz 29 yaşında yaşamını yitirdi. Kendi hayatını noktalaması bir yana, iki kardeşin içinde kanamaya başlayan, sonra milyonlarca sporseverin kalbine sıçrayan o yarayı kapatma şansının da yok olmasına neden oldu ölümü. Bugün 22 Ekim, Drazen'ın doğum günü. Ve eğer 19 yıl önce Drazen ölmeseydi, dilenmesi gereken özürler, yapılması gereken tartışmalar sonsuzluk içinde kaybolmayacaktı; ve belki de dünya üzerinde saçma sapan sebeplerle yok olan, zedelenen, yara alan toplum ve insan ilişkileri için de çok önemli bir örnek teşkil edecekti. Drazen'ın ölümü belki birçokları için büyük bir yıkım oldu; fakat eğer yaşamına devam edebilseydi, dilenmesi gereken özürler zamanında dilenseydi, 'once brothers' barışabilseydi, bu birçokları için de muhteşem bir timsal olacaktı yeni 'yapım'lar için. Doğumu, hiçbir zaman ölümü kadar konuşulan, sansasyon ve dedikodu yaratan bir olay olmayacaktı, ama dünyaya gözle görülmeyen çok daha büyük bir etki yapmış olacaktı.

Fakat hiçbiri gerçekleşmedi. Drazen geride pişman bir dost, ve bu dostun bir özür niteliğinde çektiği, defalarca izlesek de her izleyişte gözlerimizin dolacağı bir ağıt bıraktı.

Yaşasaydı bugün 48 yaşına girecekti.

Doğum günün kutlu olsun Drazen.