18 Aralık 2012 Salı

Euroleague 10. hafta değerlendirmesi

Normal sezonu tabir-i caizse ''ite kaka'' tamamlamış bulunuyoruz. Beşiktaş kendisinden beklenenin daha fazlasını, iç sahada fark yediği Barcelona ve CSKA maçları dışında sahaya yansıtmayı başarırken, diğer iki temsilcimiz Efes ve FB Ülker hedeflerine yakışmayan performanslarla ilk etabı tamamladılar. Yine de Pianigiani ve Mahmuti'nin mevcut durumların üstesinden gelebileceğine dair inancımız hala sağlam.

Son hafta maçlarından sonra, konuşulması gereken en önemli konu başlığı şüphesiz ki Partizan. Son haftaya kadar inanılmaz bir mücadele sergilediler, ama maalesef T16 dışında kaldılar. Bir başka diriliş hikayesiyse Caja Laboral tarafından yazıldı. Zan Tabak aşısıyla son 4 maçta 3 galibiyet elde eden İspanya ekibi, EA7 Milano'yu son düzlükteki atağıyla geride bırakarak T16'ya ismini yazdıran son İspanya temsilcisi oldu. Keith Langford önderliğindeki İtalya temsilcisi ise Olympiacos'a karşı son ana kadar direndiyse de, sonunu getiremedi.

T16 1. hafta maçlarının başlangıç tarihine kadar, Normal sezonun en'ler kapsamında geniş değerlendirme yazılarını ve T16 tahminlerini gene bu sütunlarda önümüzdeki günlerde yayınlayacağız. O zamana kadar hoşçakalın.

Fenerbahçe Ülker 77 - 69 Mapooro Cantu

Şaşırtıcı biçimde T16 şansını son maça bırakan FBÜ, maç içinde 1. ve 3. çeyreğin bazı bölümlerinde kötü sinyaller verse de rahat bir şekilde adını bir üst tura yazdırdı. İlk çeyrekte Ömer ve İlkan oyuna girene kadar FB savunmada çok zorlandı; fakat bunu sadece savunma zafiyetine bağlamak haksızlık olur. Hücum süresi dolarken toplam 7 sayı yedi Fenerbahçe. İkinci çeyrekte ise Ömer ve İlkan ilk çeyrekte kaldıkları yerden devam ederken, çok büyük bir karakter ortaya koyarak savunmada da hücumda da takımı ateşleyen isimler oldular. Barış da soğukkanlı oyunuyla bu iki isme katkı verdi. Savunmada vitesi arttıran FB, Sato'nun bir zorlama üçlüğü dışında hücumda hiç zorlanmadı ikinci çeyrek boyunca. Bo ilk defa istikrarlı bir şekilde rakibin karnına çalıştı ve çok da verimli oldu. Devrenin bitimine 2 dakika kala gevşeklikten ötürü yenen altı sayı dışında Fenerbahçe müthiş savunma yaptı.


İkinci yarıya durgun başlayan FB'de fark yaratan isimler Oğuz ve Emir oldu. Oğuz hücumda bu sezon ilk defa kendinden emin bir oyun oynadı ve takımın hücumdaki sürpriz skoreri oldu. Maçı da 4/6 iki sayı ve 4/5 serbest atış isabetleriyle 12 sayı, 4 ribaund ile tamamladı. FBÜ son çeyreğe farkı bir türlü çift haneli sayılara çıkaramadan girse de, herkesin korktuğu başa gelmedi ve T16 bileti krizsiz ve tereddütsüz bir maç sonuyla alınmış oldu. Son periyodun sorunsuz geçilmesinde de en büyük pay kuşkusuz savunmada ve hücum ribaundlarında müthiş efor sarf eden Sato ile, dört kısayla oynanan bölümde ortaya çıkan miss-match'lerde Leunen'i ve Cusin'i penetreleriyle hep zorlayan ve her seferinde faul almayı başaran Emir'indi.
FBÜ ilk çeyrekle 2. ve 3. periyotların son bölümleri dışında çok iyi savunma yaptı. 69 sayı yenmiş olsa da, yapılan savunma normal şartlarda 55-60 sayıya izin verirdi ancak Cantu gerçekten çok fazla şans topu elde etti. Bunun dışında takımın 8 asistte kaldığını görüyoruz; fakat bunu da Cantu gibi bir rakibe karşı mazur görmemiz lazım; zira Cantu set hücumunu yavaşlatabilen, ancak birebir savunmada güdük kalan bir ekip(Aradori ve Markoishvili'nin stense hızı 38'lik Basile'den daha iyi durumda değil). Özellikle son periyotta tamamen bilinçli ve ısrarlı bir şekilde, hem maç temposunu düşürüp kaza kurşununa sebebiyet vermemek, hem de rakibi erken faul problemine sokmak için uygulanan penetre hücumu Pianigiani'nin ustalığıydı. Fenerbahçe belki topu çok iyi paylaşamadı ama topun değerini çok iyi bildi. Maçı 7 top çalma, 5 top kaybı yaparak ve rakipten 9 tane daha fazla ribaund alarak bitirdiler. 15/19 serbest atış isabeti(Cantu'nun 5/6) de bir başka belirleyici istatistikti. Cantu'da ise Markoishvili ve Aradori çizgi gerisinden %67 isabetle, Cusin de orta mesafeden %77 isabet oranıyla toplam 48 sayılık katkı yaptılarsa da mucize için yeterli olamadılar. Maçın yıldızı ise 8/13 saha içi, 2/2 serbest atış isabetiyle 19 sayı, 3 asist ve 2 top çalma üreten Bo McCalebb'di.


Fenerbahçe sezonun ilk final maçında geçen maçların aksine çok daha iyi bir sınav verdi. Son periyoda başa baş girilmesine rağmen oyun disiplininden hiç kopmadılar ve asıl kozları Bo'yu ilk defa maç kazandıracak biçimde kullanabildiler. Zaten Sato, Ömer ve İlkan'ın savunmadaki bezdiriciliği Bo'nun açık alandaki hızlı ve delici stilini beslediği sürece bu takımı Khimki ve Cantu gibi orta direk takımların zorlaması çok zor. Fenerbahçe eğer Bu prensibin yanında savunmada Batiste'den, hücumda da Andersen'den istikrarlı bir şekilde yararlanmayı başarabilirse, T16'da bambaşka bir takım izleyeceğimiz kesin.

-BERK ÇETİN



Zalgiris Kaunas 71 - 53 Anadolu Efes

Günahıyla sevabıyla bir Euroleague normal sezonunu daha geride bıraktık.
Temsilcilerimizin üçü de T16'ya kalırken, Beşiktaş haricindeki iki takımımız da hayal kırıklığı yarattı. Sezona oldukça başarılı giren Anadolu Efes ise yükselen ivmesini her geçen gün kaybetti ve maalesef görmeye alıştığımız eski günlere döndü. Maçlar erken kopmaya başladı ancak bu duruma itiraz eden oyuncu sadece 35'lik Kerem Gönlüm'dü.


Analojik değerlendirme yapıldığında Farmar ve Gordon'ın performanslarının ne kadar düşüştü olduğunu görebiliriz(JF gruplardaki 2. maçta 8/15 ile 25 sayı 8 ribaunt 9 asist 1 tk, son maçta 3/11 ile 7 sayı 3 ribaunt 3 asist 5 tk). Hal böyleyken farkına varılan nokta ise, Efes'in mevcut kadrosunun hücum potansiyeline karşılık rakip takımların spesifik oyuncular üzerinde etkin bir savunma metodu izleyerek yardımcı erkek oyuncuların da performansını olumsuz yönde etkilemesiydi. Mahmuti'nin bu hücum zenginliğine binaen geliştirmeye çalıştığı yüksek tempo oyunları ise en bilindik yöntemlerle savuşturuldu(içerideki Zalgiris maçıyla beraber -Vujacic hariç- bu lokomotif oyuncuların form düşüklüğünü de hesaba katmak gerekir). Efes taraftarlarını, transfer edildiğinde belki gelen diğer oyuncuların tamamından daha fazla sevindiren, Valencia'da ve Sırp Milli Takımı'nda elit oyuncu kategorisine göz kırpan Dusko Savanovic'in hali ise içler acısı. Hoş 1.5 sezondur hiçbir zaman yüksek form düzeyine ulaşmamıştı; lakin tüm maçlarda 'ben varım' demişti. Son Kaunas maçında ise kıçı kırık Jankunas bile ona 'sen kimsin?' diyebildi(Paulius Jankunas 15 dakikada 8/9 ile 18 sayı, Dusko Savanovic 17 dakikada 1/8 ile 4 sayı).


Maçı tasvir etmek adına birkaç cümle sarf etmek yeterli olacaktır. İlk yarı boyunca Efes şutlarının isabetsizliğinin de etkisiyle pota altında oldukça etkili bir Kaunas gördük. Efes ise ne içeriden ne de dışarıdan isabet bulamayınca kontrol ev sahibi Zalgiris'e geçti. İkinci periyottaki olumsuz oyuna rağmen rakip oyuncuların da lakayt davranmasıyla fark, dönüşü olmayacak seviyede açılmadı. Hatta Savanovic potaya yarım metre ve aşağısındaki mesafelerden 3 turnike kaçırmasaydı, utanmadan devreyi önde bitirecekti Anadolu Efes! İkinci devre ise takımımız kolayca beyaz bayrak çekti ve Zalgiris de fazla zorlanmadan liderliğe uzandı. Mahmuti'nin takımı kağıt üzerinde veya başka bir şey üzerinde fark etmez Litvanya ekibinden daha iyi bir takım. NTV'nin milli takım reklamlarını hatırlarsak Hido'nun 'bu bi takım oyunu' şeklindeki klibi hemen akıllara gelecektir. Basit bir cümle gibi duruyor fakat sahada olup bu durumun idrakında olmak ya da oyunculara bu bilinci aşılamak gerçekten zor. Yıldızlar karmasıyken F4 göremeyen, ertesi sezon mütevazi sayılabilecek kadrosuyla şampiyon olan Olympiacos'u hatırlayın. Özellikle erken havlu atma durumu geçen yıldan hiç uzak gözükmese de Oktay Mahmuti'nin Sarıca-Zouros ikilisinin toplamından daha inançlı ve donanımlı bir antrenör olduğunu ve bu sayede elindeki bu malzemeden güzel bir eser çıkarabileceğini hala düşünüyorum.

-OZAN KEBAPÇI

12 Aralık 2012 Çarşamba

İnsan insanın vicdanı olur mu?

Geçtiğimiz haftasonu, Ahmet Cömert Spor Salonu'nda Beşiktaş ile Galatasaray'ın erkek takımları arasında oynanan ve yarım kalan tekerlekli sandalye basketbol müsabakasında her yıl futbol sahalarında birkaç kez meydana gelen holigan şiddetinden pek de farkı olmayan olaylar yaşandı; Beşiktaşlı taraftarlar Galatasaray bayrağını yırttılar, karşılıklı sataşmalarla ortam iyice alevlendi, ve sonrasında kapalı ortamda sıkılan biber gazları, havada uçuşan küfürler ve bozuk paralar, saha içine inip sporcuların materyallerine yansıyan fiziksel şiddet, ve niceleri...
Malumunuz, futbol müsabakalarında ezeli rakiplerin aldıkları ''deplasmana taraftar götürmeme'' kararı sonrası, kapalı spor salonlarında artık bu tür olaylara çok daha fazla tanık olmaya başlamıştık; zira geçen seneden beri işleyen deplasman yasağının acı bir sonucu bu; spor salonlarında kolluk kuvvetini biber gazı sıkmaya mecbur eden kişiler çoğunlukla tribünlerde deşarj olmaktan mahrum kalan futbol taraftarları oluyor. En büyük çekişme sahnesi futbol arenası olan holiganların er meydanları ellerinden alınınca kağıttan uçak yapma derbisini bile kavga unsuru haline getirebiliyorlar. Ama haklarını yememekte fayda var; sayelerinde Türkiye genelinde düzenli takipçi sayısı 1000'den fazla olmayan(konunun hassasiyeti yüzünden fazla iyimserim) tekerlekli sandalye takımlarının varlığından haberdar olabiliyoruz!


İki kulübün ağız birliği ederek yaptıkları kınama açıklamasının da külliyen göstermelik olduğunu ilerleyen günlerde görmüş bulunduk. Galatasaray Kulübü'nün olaylardan sonra taraftarlarını ''önce karşı taraf başlattı'' diye savunarak ihaleyi Beşiktaş'a yıkmaya çalışmasına ve ''bunu yapanlar bizim taraftarlarımız olamaz'' diyerek işin içinden kendini inkar etme yöntemiyle tamamen sıyrılma çabalarına diğer kulüplerin daha önceki davranışlarından da alışkınız(yine geçtiğimiz pazar günü Kayserispor ile karşılaşmak için stadyuma giderken Fenerbahçe'nin takım otobüsü taşlanınca Kayseri başkanı aynı açıklamayı yapmıştı). Ama bu da başka bir yazının, uzunca yazılması gereken bir konusu.
Biz gelelim asıl meseleye: Futbol ve basketbol sahalarında uzun zamandır görmeye alışık olduğumuz bu olaylar, hangi sebeple vicdanımıza bu kadar dokundu da bir anda iki ezeli rakibi bile ortak basın açıklaması yapmaya teşvik etti? Cevap: Tekerlekli sandalye. Sahaya çıkan sporcular fiziksel açıdan kısıtlı ve sınırlı olunca(dolayısıyla acınası durumda olunca), bütün spor kamuoyunu, bir türlü farkına varmakta zorlandığımız o çirkin ikiyüzlülüğe iteledi. Çoktan verilmiş olması gereken kolektif tepkiler, birkaç tekerlekli sandalye kırılınca ortaya çıktı. İşin içine tekerlekli sandalye girince, birbirini olayları başlatmakla suçlayan taraftarları ''bari tekerlekli sandalye maçında bu tartışmayı yapmayın, bu işin taraftarlığı olmaz, ayıptır'' diyerek yapılanları bir başka ayıpla örtmeye çalışanlar da oldu. Samimiyete bakar mısınız!

Bu olaylar aslında toplumsal hayatımızdaki çeşitli sınıfsal farklılıkların arasındaki görünmez duvarlardan kaynaklanan yabancılaşmadan çok da farklı değil. Mevzubahis kolu, bacağı olmayan(ya da kısıtlı olan), cebinde daha az parası olan, daha 'utanılacak' meslek gruplarına dahil olan insanlar olunca, kalbimiz bir anda yumuşayıveriyor, onlara yapılan haksızlık ve kötülüklere verdiğimiz tepkiler normalin on katı büyüklüğünde oluyor. Kitlesel olarak yanlış yapılanmış bir vicdan gösterisine giriveriyoruz. Kadınların voleybol ya da basketbol müsabakalarında bu tür olaylar yaşanınca da, kadın olmalarından mütevellit abartılı bir tepkiselliğe bürünüyoruz.


Kaba kuvvet ve saldırganlık tekerlekli sandalye maçında ya da kadınların maçlarında ortaya çıkınca daha ayıp ve utandırıcı olmamalı, biz bir türlü bunun idrakına varamıyoruz. Holiganizm olaylarını cereyan ettikleri platformlara göre değerlendirmek, ''Hoooop aile var!'' diye bağıran ataerkil ve sözde ahlaklı toplum/birey yapısının bir ürünü olmaktan öteye gidemiyor. Bu saçma ve acınası(aynı zamanda gülünesi) tavır yüzünden, sevgili Umut Sarıkaya ekmeğinden olmuyor; o iyi oluyor işte!

11 Aralık 2012 Salı

Euroleague 9. hafta değerlendirmesi

THY Euroleague'de ilk defa bir haftayı üçte sıfır yaparak kapattı takımlarımız. Fenerbahçe kötü sinyaller vermeye devam ederek, kadrosuna ve koçuna yakışmayan spekülasyonları da beraberinde getirdi. Efes ve Beşiktaş da gruptan çıkmanın rehavetini fazlasıyla hissedince, hüsran kaçınılmaz oldu.
Temsilcilerimizin dışında göze çarpan bazı performanslara göz atacak olursak, ilk sıraya şüphesiz Partizan'ı koyarız. İlk beş maçta CSKA ve Barcelona'ya çok zor anlar yaşatan bu genç ekip 0-5 ile başladığı sezonda umutlarını kaybetmeyerek gruptan çıkma şanslarını son haftaya kadar taşımış durumdalar. Geçtiğimiz hafta kendi evlerinde Barcelona'ya uzatmada 67-68 yenilmiş olsalar da, azimleri ve taraftarlarının muazzam desteği haftanın en çok alkışı hak eden performanslarıydı.
Partizan'ın ardından sanırım Elan Chalon'u ve Blake Schilb'in tarifi zor lider oyununundan bahsetmek gerekir. Gruptan çıkma şansını 8. hafta kaybeden Chalon, hiçbir iddiası yokken evindeki son maçta Siena'yı 108-103 yenerek etkisi olmayan bir sürprize imza atarak, Top 16'yı Alba Berlin'den daha çok hak ettiklerini gösterdiler. Schilb ise maçı 9/12 iç saha, 3/5 üç sayı, 7/8 serbest atış isabetiyle 28 sayı, 7 ribaund ve 5 asist ile bitirerek tam 38 verimlilik puanına imza attı. Schilb'in gelecek sene çok daha iddialı bir takıma transfer olacağı kesin.
Olympiacos ve Panathinaikos'un, koç değişikliklerinden sonra işleri tam anlamıyla rayına koymaya başladığını söyleyebiliriz. Sezona fırtına gibi başlayan Zalgiris'te ise işler pek de iyi gitmemeye başladı. Bu hafta deplasmanda EA7 Milano'yu yenseler de üç haftadır hiç iyi bir grafik çizmiyorlar. Bu tablo kötü gözükse de, umarız Romanov kafatası koleksiyonuna Plaza'yı eklemek için fırsat kollamıyordur.
Son haftaya girilirken, umudumuz Fenerbahçe'nin kötü bir sürpriz yaşatmaması yönünde. Banvit maçındaki güzel oyun şüphelerimizi bir nebze de olsa azaltmaya yetti. Bakalım asıl sınavı verebilecek mi?



Anadolu Efes 76 - 91 Caja Laboral

Euroleague normal sezonunun 9. haftasında sahasında İspanyol ekibi Caja Laboral'i ağırladı Anadolu Efes. Temsilcimizin gruptaki son duruma göre aşağı düşmeyeceği kesindi. Bu maçta Laboral'i, son fikstürde de Zalgiris'i 14 sayı farkla yenmesi halinde ise 2. bitirmesi ihtimal dahilindeydi. En nihayetinde 3. olmak garantiydi diyelim. Yalnız hem prestij açısından hem de takımın geleceğe dair mesajları açısından içerideki bu müsabakayı kazanmak önemliydi.

İlk yarıda özellikle rakip uzunların boyalı bölgede kurmuş olduğu hakimiyet, ekibimize dezavantaj yarattı. Net bir şekilde alınamayan ribaundlar temponun yükselmesini engelledi. Nitekim Zan Tabak'ın gelmesinden sonra savunma sertliğini daha yukarılara çeken Caja, diğer tüm takımların başvurduğu anti-efes formülünü layıkıyla uyguladı. Nedir bu formül? Savunmada olabildiğince sert oynayıp kilit oyuncular(Farmar, Gordon, Vujacic) üzerinde baskı oluşturmak, hücumda da 24 saniye süresini sonuna kadar kullanmak(benim hatırladığım 5 basket var son saniyede atılan).


Bunun üzerine hücum ribaundlarında da oldukça etkili olan İspanyollar, Sinan-Doğuş ikilisinin baskısı karşısında amatörce hatalar yapsa da genel olarak direksiyondaki taraftı. Doğuş'un San Emeterio'ya yaptığı blok haftanın hareketlerinden olacaktır kuşkusuz. Oyunun genelini düşündüğümüzde gerek hücumda gerek müdafaada(ilginçtir bizleri birkaç maçtır bu söz grubunu kullanmak zorunda bırakıyor) takımın en etkili ismi olan Sasha Vujacic'in yanına ikinci, üçüncü oyuncular ekleyemedik. İkinci yarının başlarında hareketlenen ve bu devrede bulduğu 13 sayıyla maçı ortaya getiren Semih Erden de 'maç topu' denebilecek pozisyonlarda iki pota altında da kritik hatalar yaptı. Yine de Barac'ın korkunç oyununun(6 dakikada 0/1 2sayı 0/1 3sayı? 3tk 2fa) yanında 17 sayı 7 ribauntluk oyunu all-star performansı gibi gözüktü. Maç boyunca bir eşiğin altında sıçramayı bekliyormuş gibi oynayan, bir türlü beklenen atağı yapamayan ekibimize özellikle son çeyreğe ağırlığını koyan genç bir Fransız son kurşunu vurdu: Thomas Heurtel. Taylor Rochestie'nin bu maçta da olmamasını iyi değerlendiren genç guard, İspanya'da oynanan maçın aksine oyunun her iki tarafında da karşısındaki oyuncuya üstünlük sağladı. Skor yapmasının yanında oyunu da kontrol eden Heurtel'in göze batan olumsuz yönü, baskı altında yaptığı basit top kayıplarıydı(5 top kaybı).


Seyircisi önünde kazanmasını beklediğimiz Anadolu Efes'in grubu kaçıncı bitireceği artık belli oldu. Top 16'da bu performansın yetmeyeceğini koç Mahmuti de biliyor. Laboral ise potansiyeli belli bir ekip ama Efes'in son derece kötü oynadığı bu maçı ancak son çeyrekte koparabildiler. Üst tura çıkarlarsa ve aynı kadroyla mücadele ederlerse, T16 görmek onlar için kafi olacaktır.

-OZAN KEBAPÇI


Panathinaikos 69 - 55 Fenerbahçe Ülker

''Bir takım Simone Pianigiani'ye sahip olup, nasıl bu kadar teslimiyetçi bir oyun oynayabilir?'' sorusunu sorsalar, ''Pianigiani hiçbir zaman Washington Wizards'ı ya da Toronto Raptors'ı çalıştırmayacağı için böyle bir şey imkansız'' diyebilirdim en fazla. Fakat FBÜ bu sezon EL'de zoru başarıyor, peşi sıra gelen zorlu rakipler karşısında, fark biraz açıldığı anda dönüşü mümkün olmayan bir serbest düşüş haline giriveriyor. Üst üste iki hafta deplasmanda oynanan Real Madrid ve Pana maçları ziyadesiyle yüz kızartıcı nitelikte maçlardı Fenerbahçe adına. Açıkçası bu takım, F4 provası niteliğindeki maçların, sadece içerideki Panathinaikos maçı dışında(o maçta da çok büyük bir farkın son periyotta erimesine seyirci kalınmıştı ve ancak dokuz sayı farkla kazanılabilmişti) hiçbirinde iyi izlenimler bırakmadı. Özellikle son periyotlarda takımın genelinde gözlemlenen mental ve fiziksel çöküntünün sebeplerinin ne olduğuna dair elimizde hiçbir gösterge de yok. Genellikle bu tür sorunlar tecrübesiz takımlarda gözlemlenir ama bu takımın en önemli isimleri EL'nin elit-veteran sınıfı oyuncuları. Yeni kurulmuş bir ekip olmaları da artık bir mazeret sayılamaz; zira bu takım iki ayda 20 küsur maça çıktı. İşler giderek tuhaflaşmaya ve akıllardaki soru işaretlerine bir türlü çözüm bulunamamaya başladı FBÜ cephesinde. Maçların skorundan çok, takımların verimlilik puanları çok daha fazla şey anlatıyor aslında FBÜ'nün sıkıntısı hakkında: Real Madrid deplasmanında 77-61 kaybedilen maçta verimlilik puanı tablosu korkunç: 93-47. Panathinaikos maçında ise daha da rezil bir durumla karşı karşıyayız: 69-55'lik yenilgi ve 88'ye 37 olan bir verimlilik puanı istatistiği. Bu bize çok net bir mesaj verebiliyor aslında: FBÜ maça ortak olmak adına gerekli arzuyu ve inatçılığa bir türlü sahip olamıyor. Mirsad'ın gidişi kesinlikle bir bahane olamaz, bu takımın karakterli oyuncu sayısı hala fazla. Fakat sahaya baktığımızda bu isimlerinde bir akıl tutulması içinde olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. McCalebb hala sağlıklı değil kabul, ama mesela Ömer Onan'ın nesi var? Yaptığı top kayıplarının ve şut seçimlerinin açıklaması yok. Daha önceki yazılarımda David Andersen'in ve Bogdanovic'in saha içinde oldukları sürece sıcak tutulmaları gereğinden bahsetmiştim; Madrid maçında Bogdanovic için işler yolunda gitti; fakat Panathinaikos maçında 2/11 ile 6 sayıda kaldı. David Andersen ribaundlarda son 3-4 maçtır oldukça özverili, ama bu özverisi karşılıksız kalıyor; doğru pnr ve pnp'lerle beslendiği pozisyon sayısı iki ya da üçtür. Burada takımın yönetici isimlerine de bir paraf ayırmak gerek. Preldzic 1 ve 4 numarada değil de 3 numarada kullanılmasının da etkisiyle iki maçta da asıl kimliğinden oldukça uzaktı. Barış'ta da gözle görülür bir form düşüklüğü var. Hal böyle olunca bütün iş Bo'ya kalıyor; fakat onun da birincil görevi set hücumu üzerinden takım arkadaşlarına pozisyon hazırlamak değil. Fenerbahçe ne akilane oyuncularına fırsat tanıyacak set temposuna ulaşabiliyor, ne de elindeki 'Flash'i yararlı kılacak yarı sahayı hızlı geçme taktiğini uygulayabiliyor. İki maçta yapılan toplam 14 asist ve 31 top kaybı FBÜ'nün hücumdaki organizasyonsuzluğunun özeti zaten(Real Madrid maçında 4 asist 17 top kaybı!); bir yandan ribaundlardaki zafiyet iki maçta da devam etmiş bulunuyor.

FBÜ bu noktaya kadar, deplasmandaki Cantu ve Khimki maçlarında bir F4 adayının yaşaması gereken mental zorlanma eşiğini çoktan aşmıştı. Ve anlaşılan o ki, bu maçların tahribatı üzerine gelen farklı Union Olimpija galibiyeti de takım üzerindeki kara bulutların dağılmasında yardımcı olmamış. Bu son mağlubiyetler takımın kolektif yapısında ve oyuncularda açıkça görülen özgüven problemi üzerinde nasıl etkiler gösterecek merakla bekliyorum. Ama şöyle bir gerçek var: F4 adayı bir takım, ne olursa olsun Top 16 şansını grubun son maçına bırakmamalı.

-BERK ÇETİN


CSKA Moskova 87 - 72 Beşiktaş JK

THY Euroleague'de bir haftayı daha ligin sponsoruna yakışmayacak bir şekilde tamamladık. Yine de üç temsilcimiz arasında bu hafta için en olumlu sinyallere sahip takım olarak Beşiktaş'ı görüyorum. Erman Kunter'in son 16 takım arasına kalmayı garantiledikten sonra bundan sonrası için ne yapabilirim arayışlarına geçip özellikle hücum varyasyonlarını arttırmaya çalıştığını gördük.


Daha grup maçları bitmeden takımdan ayrılması gerekenler ve kadroya katılanlar belirlendi. Daha önce de değindiğimiz üzere aldığı sürelerde takıma ayak bağı haline gelmiş Dasic kadrodan ayrıldı ve herkesin beklediğinin aksine kadroya bir uzun yerine 2005 yılı NBA Draft'ı 32. sıra seçimi Daniel Ewing kadroya katıldı. Avrupa'daki altıncı yılına giren Ewing'in kadroya uyum sağlamasının çok zor olacağını düşünmüyorum; zira takımın başında birebir ilişkilerde üst düzey bir koç olan Erman Kunter bulunuyor.
Buna ek olarak yaşadığı forma skandalından sonra iki yılını Avrupa'da geçirmiş Cemal Nalga'nın takıma katılacağı söyleniyor ve konuya Erman Kunter tarafından da değinildi. Kendisinin yaş olarak genç olduğunu, pota altında takıma oldukça büyük katkı vereceğini ve kendisini Türk Basketbolu'na geri kazandırmak istediklerini belirtti. Ben bu durumun çoğu Beşiktaş taraftarını rahatsız edeceğinden emin olsam da çok mantıklı bir transfer olarak görüyorum. İki yıllık yurt dışı seferinde Eurocup ve Euroleague tecrübesi edinen Cemal Nalga, elit takımlara karşı çok tıknaz kalan Falker ve faul bağımlısı Vidmar ile sınırlı olan pota altı rotasyonuna soluk aldıracaktır. Erman Hoca'nın Dasic deneyi kötü reaksiyon gösterse de, bu sefer bir avantaj olarak dil faktörünü kullanabilir.


Beşiktaş maça beklenilenin aksine farklı bir ilk beş ve tamamen farklı bir hücum anlayışı ile başladı. Dasic'in gidişi sonrası Cevher'in daha çok süre alması bekleniyordu fakat ilk beşte başlaması şaşırtıcıydı. İlk beş sayı Patrick Christopher'dan geldi. PC'nın katkı vermesi çok çok önemli; çünkü performansında sürekli dalgalanmalar yaşayan bir skorere sahipseniz, maç içinde sürekli farklı planlar ortaya koymak zorunda kalırsınız. Bunun yanında, maça oynamayı değil oynatmayı düşünen bir Jerrells izleyerek başladık. Jerrells ilk çeyrekte 4 asist ile oynadı ve bunun yanına 6 sayı ekledi. İlk çeyrekte, Beşiktaş'ın oyuncu özellikleri göz önüne alındığında en önemli silahlarından biri olan alan savunması çok iyi kullanıldı. Daniel Ewing, PC(Muratcan) ve Jerrells'ın aynı anda sahada yer aldığı zaman bu savunmanın oldukça etkili olacağı gün gibi ortada, Erman Kunter iki solak guard'ın rakip hücumcular üzerindeki şaşırtıcı baskısını Top 16'da daha fazla kullanacaktır. İlk çeyreği çok üstün bir şut performansı ile 28 sayı atarak bitiren Beşiktaş, ikinci çeyrekte de -aynı verimliliği sağlayamasa da- 23 sayı buldu ve ilk yarıyı 51-46 önde tamamladı.
İkinci yarıda takımın sadece 21 sayı bulması ise ilk yarıdaki muhteşem performansı tamamen gölgelemeye yetti. Üçüncü çeyrek laneti yine Beşiktaş'ın peşini bırakmadı. İlk yarıdaki verimli top paylaşımından uzak bir oyun sergilenmeye başlayınca art arda üç hücumda Vidmar'ın kötü pasları rakibin hızlı hücumlarına dönüştü ve toplam altı sayıyı potamızda gördük. CSKA'nın savunmada vitesi üst seviyeye çıkarması hücumdaki akışı bozdu ve hücumda da el üstünden zor şutlarının girmesi son çeyreğin sonuna kadar Beşiktaş'ın ilk yarıdaki sayı avantajını kaybetmesine neden oldu. Maçı da 15 sayı farkla kaybetmekten kurtulamadı.

Beşiktaş dönem dönem oyuncularının iyi gününde olması sayesinde elit takımlara maçın bazı sekanslarında çok büyük zorluklar yaşatabileceğini bu maçta da gösterdi; fakat bu takımın asıl kozu asla 'gününde olan oyuncuların balı' olmamalı. Deplasmanda oynanan Barcelona maçı bunun en güzel kanıtı aslında. Beşiktaş bu oyuncu grubuyla hücumunu özellikle savunmadaki(özellikle alan savunması ve 1-2-1-1 tam saha baskısıyla) boğuculuğundan beslenerek istikrara kavuşturabilir.

-MEHMET UMUR

3 Aralık 2012 Pazartesi

Kayserispor 1 - Fenerbahçe 1

Süper Lig'in 1-2 sene öncesine kadar ligin en zor deplasmanı sayılan ve şampiyon adaylarının sene başında hesap yaparken puan kaybını tahammül edilebilir olarak gördüğü deplasmanındaydı Fenerbahçe pazar gecesi. Elbette Şota'dan sonra Kayseri eski gücünden yoksundu ve belki de en önemli özelliği olan sıkı savunmayı kaybetmiş, hatta ligin en kötü savunma yapan takımlarından biri haline gelmişti. Galatasaray'ın da Arena'da 1-1 berabere tamamladığı Gaziantep maçının da rüzgarını arkasına alarak çıktı Fenerbahçe Kadir Has Stadı'na.

Fenerbahçe'nin onbirinde bir sürpriz olmadı. Sezer'in son haftalarda sergilediği iyi performans Kocaman'ın Baroni'sini kesecek seviyede değildi. Aslında burada Baroni konusuna bir parantez açmak istiyordum ama Fenerbahçe'nin şu an en büyük probleminin Alex'li sisteme devam etmesi ve elinde Alex ayarında bir yetenek bulunmaması olmasından ötürü parantez açmaktan öteye gitmek istiyorum.


Alex gittikten sonra çok tartışılan Alex'li sistemin de artık oynanmaması beklenirdi ancak Kocaman aynı oyun düzenini devam ettirdi ve Alex'in yerine Baroni'yi yerleştirdi. Baroni'nin hücum özelliklerinin sınırlı olması, Alexvari asist ve pasların yanından dahi geçemiyor olması Fenerbahçe'nin hücüm gücünü önemli derecede düşürdü ve düşürmeye devam ediyor. Sezer'in son zamanlardaki etkili performansını Kayseri'de de gördük. Gökhan Gönül Sow'a pas verdiği pozisyonda direkt kaleye vurmayı düşünse asist hanesine 1 puan yazdırabilirdi Sezer. Ancak  Fenerbahçe'nin hücumdaki yaratıcı oyuncu eksikliğinin ilacı Sezer Öztürk değil. O bölgeye çok daha ofansif bir oyuncu dahil edilmeli. Baroni'nin hücümdaki yetersizliğinin yanında da savunmaya katkısı çok az olunca(Alex'in yerinde oynadığı zamanlarda) Kocaman'ın istediği o mücadeleci takım rüyaya dönüşüyor ve üstelik eski hücüm kalitesinden de uzaklaşmış oluyor.


Özetle Fenerbahçe'nin sezon başında Baroni'nin oynadığı bölge olan Mehmet Topal'ın önü ve 4-2-3-1'in ikilisinden biri en büyük problemken şu an yine Baroni'nin oynadığı 4-2-3-1'de üçlünün ortası en büyük problem haline geldi. Baroni'nin bütün özelliklere ''biraz'' sahip olması Fenerbahçe'yi kısır bir döngüye soktu. İlk problem Meireles'in transferiyle çözüldü. İkinci problemin nasıl çözüleceğini bekleyip göreceğiz.


Kayseri maçında Fenerbahçe'nin belli dönemlerdeki baskılarına rağmen bunu uzun bir süreye yayamadığını ve rakibini bunaltamadığını gördük. Caner'in çok etkili olamaması ve Kuyt'un tam bir kanat oyuncusu olarak oynanaması Fenerbahçe'nin kanat organizasyonlarının koordinasyonlu bir şekilde gelişmesini engelledi. Burada Hasan Ali için birkaç şey söylemek istiyorum. Fenerbahçe'nin en istikrarlı oyuncularından biri olmasına rağmen performansı bir türlü vasatı aşamıyor. İsabetli ortası neredeyse yok. Bu kadar göze çarpmamasının nedeni kanaatimce ortalarının çok kötü yerlere gitmemesi. Topu ceza sahası içine düzgün bir şekilde yolluyor ama bu denemeler 'talihsiz' sıfatına haiz olmaktan öteye gidemiyor.

Kayserispor maçında Fenerbahçe'nin beraberliği kurtarmasındaki en büyük etkenlerden biri de milli maçlar dışında kesinlikle iyi bir sezon geçiren Volkan. Yaptığı saçma bir boşa çıkma hatasının dışında mükemmel oynadı ve çok önemli kurtarışlar yaptı.Volkan'nın en büyük özelliklerinden biri Fenerbahçe'nin çok iyi oynamadığı ve pozisyon verdiği maçlarda yüksek konsantrasyonla oynamasıdır. Fahiş hatalarını çoğu kez Fenerbahçe'nin iyi oynadığı ve rakibin çok az geldiği maçlarda yapmıştır. Son dönemde takımın gerek saha içi gerek saha dışında liderliğini üstlenmesi mental olarak ne kadar yol kat ettiğinin bir göstergesi kuşkusuz. Bu Volkan'a takımın her zaman ihtiyacı olacaktır.



2012-2013 sezonunda, sarı-lacivertliler iki ileri bir geri giden takım izlenimi vermekte, bu aynı zamanda Baroni'nin takım içindeki rolüne uyum süreciyle de paralellik gösteriyor. Lafı fazla uzatmadan şunu söylemek gerekir ki; nasıl oynarsa oynasın Alex'sizliğe Baroni ile alışmaya çalışmak, bir Fenerbahçe taraftarı için tartışmasız işkence kategorisinde yer almakta ve yer almaya devam edecek.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Euroleague 7. hafta değerlendirmesi

Fenerbahçe Ülker 85 - 68 Union Olimpija

Bu maçtan önceki iki maçta sırasıyla Cantu'ya yirmi dört sayı farkla, Khimki'ye de dramatik bir son saniye basketiyle yenilen Fenerbahçe Ülker, özgüven tazelemek adına çıkıyordu Olimpija maçına. Nitekim beklendiği gibi rahat bir galibiyetle ayrıldı sahadan FBÜ.

Geçen hafta Cantu maçında Page ve Baynes'in hücumdaki rollerini çalan Blazic'in etkinliğinin sadece tek bir maçlık olduğunun anlaşılması, Blazic'in tutukluğuna Prepelic'in de eşlik etmesi, Olimpija'nın ezici ribaund üstünlüğünün skora yansı(tıl)maması ve ilk devrede iplerin hep sıkı tutulmasıyla maçın ikinci yarısının rölantide geçmesi sağlanmış oldu. Blazic ve Prepelic'in ilk yarıda güven kazanmalarına engel olan Ömer, Sato ve Bo'yu savunma konsantrasyonlarından dolayı ayrıca tebrik etmek gerekiyor. Bu kelepçe üçlüye, Bogdanovic de artık alıştığımız ''ilk çeyrekte skorumu yaparım gerisine karışmam'' performansıyla(ilk çeyrekte 5/5 iki sayı, 4/4 serbest atış isabetiyle 14 sayı buldu) eşlik etti. İkinci çeyrekte Emir ve Andersen, üçüncü çeyrekte Bo, dördüncü çeyrekte de Ömer ve İlkan sayı yükünü üstlenince maç boyunca FBÜ hücumda hiç sıkıntı çekmedi; takım halinde sadece 6 top kaybı yapmaları ve rakibi 14 top kaybına(Waters, Blazic ve Prepelic 8 top kaybı) zorlamaları onlar adına savunmada belirleyici istatistiklerdi. Bunun yanında, Batiste ve Andersen daha önce hiç olmadıkları kadar isteklilerdi boyalı alanda. Olimpija'nın azmanlarıyla da iyi boğuştular; ama esasen kısa oyuncuların üstüne kara bulut gibi çöktüler. İki veteran uzunun yanında Bo McCalebb de FBÜ'deki en istekli EL maçını oynadı; belki hücumda ekstra bir katkı yapmadı ama savunmada elleri hep rakibin topunu çalmak üzere tetikteydi. Savunma konsantrasyonu bu kadar yüksek olunca Olimpija'nın 43-29'luk ezici ribaund üstünlüğü(Alen Omic 13, Baynes 10 ribaundla oynadı) de hiç rahatsız etmedi FB Ülker'i.

FBÜ sahada yeterli süre alan herkesten gerek savunmada, gerekse hücumda verim almayı başardı bu maçta. Herkes sorumluluk aldı, herkes birbirine yardım etti, birbirinin açığını, gediğini kapatmak için bütün oyuncular arzuluydu. Böyle olunca, maç da baştan sona çok rahat geçti; aynı saatlerde futbol takımının da Avrupa Ligi'nda gruptan çıkmayı garantilemek için oynanacak kritik Marsilya maçı olunca bu rahatlık ziyadesiyle salondaki seyircilere de yansıdı. Ülker Arena'da sezon başından beri hiçbir zaman ortalama bir ambiyans bile yaratılamadı fakat bu maç herhalde en kötüsüydü; ve açıkçası yüz kızartıcıydı. Herhangi bir bölgesel lig veya yatakhanesi olan bir okulda yatılı-gündüzlü maçında daha arzulu bir taraftar grubu görmeniz her zaman daha mümkündür.

Tribün sorununu bir kenara bırakırsak, bu maçta FBÜ adına bir üzücü durum daha yaşandı: Barış Ermiş'in sadece 5 dakika sahada kalıp, ikinci yarı hiç süre alamaması buruk bir sevinç yaşanmasına sebep oldu. Bo ve Bremer'ın ikisi de sağlıklıyken Barış'ın Pianigiani'nin planlarında hiç yer almadığı konusunda artık hepimiz hemfikiriz sanırım. Barış kısa süreli son çeyrek performanslarıyla kritik deplasmanlarda FBÜ'ye bir tane maç kazandırdı, birini de almak üzereyken KC Rivers'ın son saniye basketine takıldı. Bu önemli hizmetlerin karşılığını bir türlü alamaması bizi ne kadar derde sürüklediği ortada, kendisi ne haldedir düşünmek dahi istemiyorum. Özellikle Barış'ın küstürülmemesi lazım; çünkü onun gibi zeki ve kalifiye bir yönetici oyuncuya her zaman her takımın ihtiyacı vardır.

Fenerbahçe Ülker, Madrid ve Pana deplasmanlarına başlamadan önce olumlu bir portre çizdi diyebiliriz. Bu maçtaki performanslara ek olarak, Bogdanovic ve Andersen'in elleri maç(lar) içinde daha uzun süreler sıcak tutulabilirse, Bo da ekstra katkılar yapmaya başlarsa son üç maçın en az ikisini kazanması için önünde hiçbir engel yok bu takımın. Yalnız son haftadaki Cantu maçında sadece galibiyet yeterli olmayacaktır; bu takımın -deplasmanda dahi olsa- Cantu gibi bir takımdan -hem de 82 sayı yiyerek- 24 sayı fark yemesi kabul edilebilir bir şey değil. Son haftaya girildiğinde Cantu maçı bir formalite maçından ibaret olsa da, F4 iddiasıyla sezona giren takımın taraftarları 10-15 sayılık bir galibiyet ile tatmin olmayacaktır.

-BERK ÇETİN



Beşiktaş 83 - 72 Brose Baskets Bamberg

Euroleague 7. hafta maçında Beşiktaş sahasında, sıralama açısından gruptaki en önemli rakibi Bamberg'i ağırladı.Rytas ve Partizan'ın kaybettiği bu haftada olası galibiyet ekibimizi Top 16'ya yükseltecekti.Tutku Açık'ın sakatlığı sebebiyle tribünde oturduğu bu maç öncesi kısa rotasyonunun nasıl reaksiyon vereceği merak konusuydu.Nitekim Jerrells sahada 37 dakika kalarak ruhunu teslim etti.Cevher Özer'in de olmadığı bu maçta Dasic'in patlama yapmasını beklemek hepimizin hakkıydı.Ancak bünyemiz hayal kırıklığına alıştı.Bamberg cephesinde ise koç Fleming kazanmak zorunda olduğu bu maça henüz sağlığına kavuşmayan Ogilvy kozundan mahrum çıkarken, tecrübeli Teddy Gipson, Bostjan Nachbar gibi oyuncularına güveniyordu.

Beşiktaş ilk çeyreğe çok arzulu girdi.Hem hücumda hem savunmada aktif ayaklar ve uzanan kollar gördük.Şut yüzdesi düşük başlasa da hücum ribauntlarını süpürerek kendine ikinci şanslar yarattı temsilcimiz.Son dönemin formsuz ismi Patrick Christopher da maça oldukça sıcak ve faal başlayınca kontrol çok geçmeden ekibimize geçti.Buna karşılık tecrübeli şutörü Jacobsen ile etkili olmaya çalışan Bamberg, yakaladığı her fırsatta tempoyu yükselterek mahkum oynamaya gelmediğinin mesajını verdi.Kartal'da PC dışında dışarıdan atıcı bulunamayınca fark açılmadı.Jerrells ve Muratcan boş şutları kaçırırken, bu bölümde Vidmar pota altında adeta O'neal gibi oynadı.4/15 başlayan şut yüzdesi de Vidmar ve Christopher sayesinde biraz toparlandı.

İlk periyotta takımın hem topa yön veren oyuncusu hem de skoreri olan Jerrells'ın, bir oyun kurucu olarak asli görevi olan 'pas akışını sağlama'yı başardığını gördük.İkinci çeyrekte oyun biraz durağanlaştı ve Jacobsen'den bayrağı devralan Slovak skorer Anton Gavel şut partisi yapmaya başladı.Bamberg onun önderliğinde 8-0'lık seri yakayınca koç Erman Kunter hemen molayı aldı.Moladan sonra özellikle Falker ile savunmada sertleşen Kartal, hücumda Christopher'ın yanına ikinci bir oyuncu ekleyemeyince ve Bamberg Nachbar, Gavel ve Jacobsen ile 3 sayı partisi yapınca fark rakip lehine açıldı.Hakemlerin Markota'yı linç etme kampanyası ise gecenin en anlaşılmaz hareketiydi.Kaldı ki tüm takdir haklarını (Markota'nın teknik faul aldığı pozisyonun hemen sonrasında Vidmar'ın kafasına baltanın indiği pozisyonun takdir hakkıyla falan alakası yok, hakem yaklaşık  metre uzaktaydı.) deplasman ekibinden yana kullanmak Euroleague hakemlerinden görmeye alışık olduğumuz bir tutum değil.

Markota - Jungebrand olayından pozitif etkilenen ekibimiz ikinci devreye sıkı savunmayla başladı.Muratcan Gevel'i kilitlerken Falker da potaya yaklaşanlara hoşgeldin hediyesi veriyordu.Hücumda da Christopher'ın dışarıdan skor bulmasıyla birlikte 10 - 2'lik bir seri yakalandı.Maça hücum performansıyla giren Christopher geceye asıl damgayı pivot Zirbes'e yaptığı blokla vurdu.NBA takipçileri hatırlayacaktır,2006 NBA final serisinde Jerry Stackhouse Miami forveti Udonis Haslem'e benzer bir blok yapmıştı (Şahsen benim en sevdiğim bloktur.).Ancak dün gece blok ve Falker arasında bir eşitlik kuruldu.Yaptığı blokların hepsi birbirinden güzeldi.Üçüncü çeyrekte 20 sayıya ulaşan PC daha sonra 3 faule ulaşınca kenara gelmek zorunda kaldı(Bir daha da sayı kaydına muvaffak olamadı.).Üçüncü çeyreğin asıl kahramanı ise Markota'ydı.Çeyrek toplamında 12 sayı bulabilen Bamberg'e bu periyotta 13 sayı atarak hakemlerin katl işleminden gürbüzleşerek çıktığını kanıtladı.

Son çeyreğe ise Curtis Jerrells 3 sayı ile başlayarak olayın içine girdi.Brose hücumları ise Muratcan'ın Gavel üzerindeki etkili savunmasına ve Falker'ın pota altını karartmasına binaen çöküş içine girdi.Gelen 6-0 Beşiktaş serisi farkı 14'e taşıdı ve maç Alman ekibi için dönülmez bir yola girdi.Farkı eritmek adına yaptıkları uzun mesafeli atışlar da ilk yarıdaki kadar yüksek yüzdeli olmadı.Falker savunmada oynadığı her dakikaya damga vururken; ilk periyotta Christopher-Jacobsen, ikincide Gavel, üçte Markota, son çeyrekte ise Jerrells en etkili oyunculardı.

Öncelikli hedefi olan T16'yı, fikstürün bitimine 3 maç kala garantileyen siyah-beyazlıları bu FEDA sezonunda ve tecrübesiz olduğu bir arenada yakaladığı başarı için tebrik ediyorum.

28 Kasım 2012 Çarşamba

''Şampiyon, uyan!''



Geçtiğimiz yılın 27 Kasım'ında sporseverler futbol dolu bir pazar gününe şok bir haberle uyandı. Premier Lig'in istikrar abidesi Gary Speed, evinde kendini asarak hayatına son vermişti. Menajeri Hayden Evans'ın yaptığı, "Cuma günü konuşmuştuk. Herşey normaldi. Biz düzenli olarak buluşurduk ve hiçbir belirti görmedik. O yüzden de, olay daha büyük bir şok yarattı." açıklaması her intihar vakasında çokça yer alan soru işaretlerini daha da artırıyordu. İstikrarlılığı ve sakinliği ile bilinen Speed'in ölümünün birinci yıldönümünde, onun aksine futbol hayatı sakatlıklarla, istikrardan uzak olarak geçen Leon McKenzie'nin otobiyografisi yayınlandı. İngiliz oyuncunun kitabının neden Gary Speed'in ölüm yıldönümünde yayınlandığı sorusunun cevabı ise onun kariyeri boyunca mücadele ettiği depresyonun altında yatıyor. Biyografisinde de bu depresyondan, uzun süre kıyısında gezindiği intihar fikrinden ve sonunda başarısız da olsa bu intihar fikrini uygulamaya geçirmesinden bahsediyor bizlere. Nitekim kitabının adı da ''Yaşamla Savaşım''. Gerçi bu kitap da Türkçe'ye çevrilmeyecek ve birçok futbol kitabı gibi ülkemizdeki futbolseverler tarafından okunma fırsatı bulamayacaktır muhtemelen. Ancak yaklaşık 3 yıl önce, bir dönem Fenerbahçe forması da giymiş olan Robert Enke'nin intiharıyla ülkemizde de gündeme gelen futbolcu intiharları hakkında önemli bir kaynak olabilir.

Kitapta kariyeri boyunca yaşadığı sorunlardan bahseden McKenzie, Charlton'da oynadığı dönemde, antrenman sırasında geçirdiği bir sakatlık sonrası otel odasında ilaçlar ve bir şişe viski ile hayata geçirdiği intihar fikrinin altında yatan sebebi ''İntiharı, hayatımı saran ızdırabı sonlandırmak için en iyi yol olarak görüyordum. Dışarıdan baktığınızda herşeyimin olduğunu düşünebilirdiniz, fakat iç dünyamda bir belirsizlik bulutu içinde kaybolmuştum.'' diyerek açıklıyordu. Çok sevdiği karısını ve çocuklarını bırakarak gitmeyi bencillik olarak görüyordu ama ''Umut benim için kaybolmuştu. Artık keşke, eğer, belki diyerek yaşamak istemiyordum.'' sözlerinden de anlaşılacağı gibi üst üste yaşadığı sakatlıklar onun ruhsal durumunda ciddi bir hasara yol açmıştı. Bu yüzden o da, 23 yaşında intihar ederek ölen kız kardeşinden 8 yıl sonra, 2011 Aralık'ında, aynı yolu seçiyordu.

Annesiyle vedalaşmak için yaptığı telefon görüşmesinden sonra planını hayata geçiren McKenzie, artık gitme vaktinin geldiğini düşünüyordu. Kulüp doktorunun ona sakatlığı için verdiği ilaçları peşi sıra içerek ölüme yaklaşıyordu. Yavaş yavaş kendinden geçtiği sırada, yapması gereken çok önemli bir şeyi yapmadığını fark etti: Babasına veda etmemişti. Bu veda onun için bir kurtuluş olacaktı aslında. Babasıyla yaptığı telefon görüşmesini tamamlayamadan kendisinden geçmişti. Ertesi sabah gözlerini hastanede açmadan önce duyacağı son sözler de, 10 dakika içinde otel odasına gelen babasının sözleriydi: ''Şampiyon, uyan!''

Ertesi sabah hastanede gözlerini açtığında ise kendini öldürmeyi becerememiş ve hala depresyonda olan bir insandı. Ama onun da dediği gibi: ''Biz ne kadar istemesek de hayat devam etmeli.'' O da bu fikri hayata geçirmiş durumda görünüyor şu günlerde. İntihar olayından sonra açıkladığı emeklilik kararından Konferans Ligi ekiplerinden Corby Town ile imzaladığı sözleşme ile vazgeçti. İlerlemiş yaşı ve formsuzluğu sebebiyle daha üst seviyelerde futbol oynaması imkansız ama onun hayata ve ailesine tutunabilmesi için, bu oyun kuşkusuz çok önemli.

Dailymail'de yayınlanan, kitaptan alıntıları buradan görebilirsiniz.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Fenerbahçe 4 - Gençlerbirliği 1

Alınan bir galibiyetin 4-5 sıra atlattığı puan tablosuna sahip bir sezonun 13. haftasında Pazar akşamı saat 19.00'da ligin iyi hücum eden ekiplerinden Gençlerbirliği ile karşılaştı Sarı-Lacivertliler. Beşiktaş'ın Akhisar karşısındaki rahat galibiyeti ve Melo'nun moral bozucu katkısının üzerine maç yapacak olmak bir dezavantajdı kuşkusuz. Üstüne üstlük Alex'siz ilk Gençlerbirliği müsabakasıydı bu maç, Gençlerbirliği ile bir alıp veremediği vardı Büyük Kaptan'ın zira. Tüm bunlara rağmen maçın özelikle ikinci yarısında tüm takım bayrağı Alex'ten devraldı, sezonun en güzel futbolarından birini ortaya koyarak ligdeki en gollü galibiyetini elde etti.


Maç analizine Gençlerbirliğini tebrik ederek başlamak istiyorum. 43. dakikada hızlı gelişen bir atakta golü yiyene kadar Fenerbahçeli futbolcuların 3 pas dahi yapmasına izin vermeyen bir baskı kurdular. Bununla birlikte  bu durumun en az 5-6 pozisyonda Fenerbahçe'nin kalesine kadar etki etmesi Volkan'a da zor anlar yaşattı. Bir Anadolu takımının İstanbul'da bu kadar dirençli tam saha baskı yaptığına uzun dönemdir tanık olmamıştım, fakat sonuç olarak bu uygulama ikinci yarı Ankara ekibinin iyice oyundan düşmesine sebep olacaktı, devre biterken yenen gol de bu süreci hızlandırınca fatura ağır oldu.


Gençlerbirliği'nin bu sezon hücumda en büyük kozu kanat organizasyonlarıydı. Fakat durum önceden farkedilmiş olacak ki Aykut Kocaman önlemini almış gözüktü. Önceki maçlarda kritik bölgede köprü görevini iyi üstlenemediği için sıkça eleştirdiğimiz Baroni, bu maç rakip kanatlar kanada yakın ya da çizgide her topla buluştuğunda yardıma gelerek takım savunmasına büyük katkı sağladı. Hurşut Meriç iyi kullandığı koridorları bulmakta güçlük çekti, kenar hücumları çökünce Gençlerbirliği ofansı da çöktü. Üretilen iki net pozisyon da duran topla ortaya çıktı ki bunlardan birinin gol olması Gençler'in en büyük şansıydı. Devrenin bitimine iki dakika kala Meireles'in kaptığı topla driblingine başlayan Kuyt, Sow'un sağ taraftan yaptığı ısrarlı koşuyu farkedip muazzam zamanlama ile topu önüne bıraktı, Sow enfes vuruşuyla Başkent ekibinin kabusunun temellerini attı: 1-1. Sow'un skor dağılımına değinmek gerekirse benim her zaman tercih edeceğim bir gol rejimine sahip. Fenerbahçe'ye geldiğinden beri 2 gol birden attığı maç hatırlamıyorum, özellikle bu sezon istikrarlı bir şekilde teker teker gollerini atmaya devam ediyor. Defans oyuncusu kadar santraforun da istikrarı  önemli, olabildiğince fazla maçta skor katkısı yapan forvet, bir hafta hat-trick yapıp 1 ay yatan forvetten her daim daha değerlidir.


İkinci yarı devre kapanırken yenen golün de etkisiyle bambaşka bir Gençlerbirliği, dolayısıyla da bambaşka bir Fenerbahçe vardı. Oyunun üstünlüğünü tamamen eline geçiren Sarı-Lacivertliler Baroni'nin ısrarla sol bölgede top almaya başlamasıyla o kanattan atak üstüne atak geliştirdi, Gençler kalesine üçlü oyunlarla devre boyunca saldırdı. İkinci yarıda soldan gelişen 5 tane net organizasyon izledik,  biri Sow'un rovöşatası(Ramazan'ın şık kurtarışı Sow'un rovöşatayla gol bulma yüzdesini %40'lara düşürdü) ile, biri yine Sow'un 2. gol yasağı nedeniyle yaptığı isabetsiz vuruş ile, diğer ikisi ise golle sonuçlandı. Hasan Ali'nin hücumda en iyi yaptığı şey olan doğru bindirmelerinin de bu üretkenlikte payı yadsınamaz. Son golde çizgiye inmeyi tercih edip yerden kestiği orta için onu tebrik etmek isterim, zira diğer türlüleri pek nitelikli ortalar olmuyor genellikle.


Sezer-Topal değişikliği son derece mantıklı bir hamleydi, bu değişiklik yapılırken dakikaların 57'yi göstermesi de ayrı bir şaşkınlık sebebiydi. Sezer yine oyuna girdiği gibi sorumluluk almaktan çekinmeyen tarzını sahaya yansıttı, taşıdığı topta kazanılan serbest vuruşu Sow bekletmeden Meireles'e aktardı. Meireles'in futboluna daha öncelerden tanıklık eden herkes, driblingin üstüne o kadar rahat şut imkanı yakalarsa bunun sonucunda yaşanacakları az-çok tahmin edebilir kuşkusuz: 2-1. Bu dakikadan sonra iyiden iyiye dağılan Gençlerbirliği maç sonuna kadar hiçbir varlık gösteremedi, saniyeleri saymaya başladılar. Bana göre maçın yıldızı Baroni'nin arkadaşlarını hücumda çok doğru yerlerde topla buluşturması, yaptığı şık asist ve oyunun iki yönünü bu denli iyi oynaması onunla ilgili şüphelerimi yok edemese de ertelememi sağladı diyebilirim. Bununla birlikte 'Marsilya Fatihi' Bekir'in yakaladığı özgüvenin de etkisiyle sık sık hücuma destek vermesi ve topu oyuna iyi sokması, Sezer'in formunun devam etmesi, Sow'un bir eksiği olarak gördüğüm arkası dönük topları alıp bunları servis etmeye özen göstermesi, haftalardır özlemini çektiğim Semih Şentürk'ü oyunda görmek bir Fenerbahçeli olarak beni mutlu eden anektodlar oldu.

Fenerbahçe'nin ve Aykut Kocaman'ın her geçen gün olumlu gelişmeler kat ettiği bir gerçek. Fakat hala çözülmesi gereken problemler mevcut. Öncelikle Stoch'un formu son derece endişe verici. Son maçlarda ilk 11'de şans bulmasına rağmen bu durumu aleyhine çevirdiğini düşünüyorum. Geçen sezon iyi bir form yakaladığını belirtmek durumundayız, ama attığı insanüstü gollerin bunda payı çok büyük. Oyunun sürekli olarak  hiçbir zaman içinde değil, gereğinden fazla top kaybı yapıyor ve süratli olmasına rağmen sık sık oyunu yavaşlatıyor. Artık topu soldan alıp her sağa çektiğinde rakip savunma olacakları bildiğinden önlemini almış oluyor, en büyük hücum kozuna da büyük darbe almış durumda. Geçen sezon Alex'in yokluğunda forvet arkasında iyi işler yapmıştı aslında ama şuanki şablonda böyle bir fırsat yakalaması da söz konusu olmayacaktır. Bir dahaki maç oyuna direkt olumlu etki edemezse formayı Caner'e kesin olarak kaptıracağını söyleyebiliriz. Sezon başında kulübeden gelip çok daha verimli bir futbol ortaya koymuştu kendileri, umarım formu böyle gitmez. Şu Kuyt meselesine gelelim; çoğu Fenerbahçeli şuan Hollandalı'nın futbolundan memnundur şüphesiz. Ben de onun isteğini, asist ve golleriyle skora yaptığı katkıyı göz ardı edemem. Sezon sonuna kadar böyle oynasa kimseye şikayet hakkı doğmaz tartışmasız. Ama sezon başında Sow kulübedeyken tek forvet oynayan Kuyt'u hatırlayınca şuan sağ kanatta oyununun kalitesinin iki gömlek düştüğünü söylemeden edemiyorum. Bu formdaki Sow'u kesmek mümkün değil, çift forvete dönülse kulübenin yolu Baroni'ye görünür ki bu da oyun şablonunu değiştirecek ve her şeyi baştan kurmayı gerektirecektir. En azından takım fena gitmiyorken kimse buna cesaret edemez. Bu ikilem kesinlikle kafa yorulması gereken bir problem teşkil etmekte. Halihazırdaki şablon korunduğunda ise en büyük haksızlığa Milos Krasic uğruyor ve uğramaya devam edecek. Sakat olmadığını biliyoruz, transfer döneminde Aykut Kocaman'ın büyük isteğiyle takıma dahil edidiğini de. Ondan vazgeçmek fazla kolay olmadı mı? Sezona sakatlıkla başlamasına rağmen ilk 11'de çıktığı Antep ve Bursa maçlarında gayet etkili oldu, iki maç kötü oynadı diye süreklü kadro dışı kalması çok düşündürücü ki o maçlarda da aldığı toplam süre 55-60 dakika, en azından 18 içinde yer almalı. Hepsini geçtim bugün cezalı bir kanat oyuncusu varken bile kadroya dahil edilmemesi çok şaşırtıcı. O, iyi mi kötü mü olduğuna kanaat bile getirilemeyecek kadar az süre alan bir oyuncu olmamalı şüphesiz. Umarım bilmediğimiz birşeyler vardır aksi takdirde Fenerbahçe bu haksızlığın da bedelini ağır ödeyecektir. 

23 Kasım 2012 Cuma

Marsilya 0 - Fenerbahçe 1


Uefa Avrupa Ligi C Grubu'nda en yakın rakibiyle 2 maç kala arasındaki puan farkını 5'e çıkarmış olan bir Fenerbahçe düşünelim, zira böyle bir takım var. Bu takım Marsilya deplasmanından 1 puanla döndüğü takdirde son maç evinde Gladbach'tan 3 fark yemezse grubu lider tamamlayacak. Son olarak da bu takımın teknik sorumlusunun Aykut Kocaman olduğunu belirtelim. Tüm bu veriler ışığında 'Fenerbahçe Velodrome'a beraberliğe gidecek, maç boyu kendi yarı alanına hapsolup çaresizce gol yemeyi bekleyecek ve neticesinde mağlup olup geri dönecek' şeklinde bir tahmin yapsaydık, Türkiye saati ile 22.05'e kadar sanırım herkes bizimle aynı fikirde olurdu. Nitekim günümüz futboluna hakim normlar baz alındığında Marsilya deplasmanına beraberlik için gitmek hiç de mantıksız değil. Mantıksız olan taraf, Fenerbahçe futbol takımının son 1,5 senedir kendi alanına yaslandığı her maçın hüsranla sonuçlanması ve bu duruma bugüne kadar herhangi bir çözüm üretilememesiydi. Fenerbahçe bugün ilk defa böyle maçlarda aslında nasıl savunma yapılması gerektiğini anlamış gözüktü, bunun üstüne Bekir'in yaptığı eşek şakası da eklenince bu zorlu deplasman tadından yenmez bir Güney Fransa macerası olarak kulüp tarihindeki yerini aldı.


Aykut Kocaman normal şartlar altında 3 gömülü orta saha oyuncusu kullanarak orta alanı kalabalık tutma güdüsüyle maça başlayıp, ileride top tutma imkanını ortadan kaldırırcasına hareket ederdi. Sow tek başına rakip defansla dövüşür, Kuyt tek başına tam saha pres yapmaya çalışır, en az 8, bazen 10 oyuncusu ile kendi yarı alanına doluşur ve alan savunmasını becerememeye yemin etmişçesine sahaya kötü dağılırdı Fenerbahçe. Yarı  alanında bu kadar kalabalık olmasına rağmen rakip hücumculara herhangi bir tehdit teşkil edecek düzeye çıkamazdı takım savunması. Fakat Marsilya karşısında gerçekten yapılması gereken müdafaa yapıldı. İlk yarıda Fransız ekibinin kanatları kullanmayı pek fazla tercih etmemesi, bunun üzerine Sarı-Lacivertliler'in de diagonal anlamda topun yoğun olarak oynandığı alanı daraltması maçın gidişatına direkt etki yaptı. Marsilyalı oyuncular Fenerbahçe yarı sahasına girdiği anda bu daraltma sonucu temeli atılan Kuyt ve Caner'in yardımlarıyla ikili, kimi zaman üçlü baskılar yaparak rakibin top oynamasına izin vermedi. Baroni yine bölgeler arası bağlantıyı tam anlamıyla kuramasa da topu saklayıp takımının Marsilya yarı alanında çoğalmasını sağlayıcı hamleler izletti bizlere. Savunma yapmanın kendi sahasına doluşmaktan ibaret olmadığını, ileride top tutarak ve çok adamla yardımlaşmalı şekilde rakibe basarak çok daha sağlıklı bir defans futbolu oynanabileceğini anlamış gözüken Aykut Kocaman'ın öğrencileri, ilk yarıda Hasan Ali'nin ters kademede geç kaldığı ve Andre Ayew'in topu dışarı yolladığı pozisyon dışında neredeyse hatasızdı. Hasan Ali için birşeyler söylemek gerekirse savunmada her maç düzenli olarak yaptığı hataları bir kenara bırakalım, hücumda yaratıcılığının neredeyse sıfır olması Fenerbahçe'nin en büyük handikaplarından biri olarak son maçlarda dikkatimi çekmekte. Çizgide topla buluştuğunda çizgiye paralel attığı zorlama paslar ve bu pasları atmadan önce kendini şartlaması futbolunun kalitesini düşürüyor. Doğru bindirmeleri yapsa da açtığı ortalar genelde amaçsızca ve plansız, nitekim pozisyona dönüşmüyor. Ziegler'i çok aradığımı söylersem ona haksızlık etmiş olurum ama bu eksiklerinin üzerine gitmesi gerektiği kanaatindeyim.


2004 senesinden beri -Alex'in gelişine tekabül eder- Fenerbahçe duran toplarda, özelikle kornerlerde her daim tehlikeli bir takım olmuştur şüphesiz. Alex'in bu durumun oluşmasındaki payı tartışılamaz fakat duran toplardaki verim kadro yapısı ne kadar değişirse değişsin hiç azalmadı. Duran top Fenerbahçe takımında artık bir kültür haline gelmek üzere ve bu durum her yeni üyeye de sirayet etmekte, teknik ve mantıklı bir açıklama yapamıyorum fakat her şey ortada zaten. Geçen sezondan beri sanırsam Aykut Kocaman'ın çalışılmasını ısrarla istediği korneri pas ile kullanma mevzusunun nedenini anlamış değilim. Üstüne üstlük bu yöntem takımın duran toplardaki verimini gözle görülür şekilde düşürmekte, bugüne kadar bir fayda sağladığını görmüş de değilim. Bu taktiğin yanına geçen sezon Süper Final'de Beşiktaş maçında ilk defa denenen ve Egemen'in kendi kalesine attığı golle sonuçlanan ön direk çalışmaları da eklendi. Baroni ön direğe koşu yapan Gökhan'a yumuşak kısa bir orta kesiyor, Gökhan kafayla arkaya aşırarak bir hava topu karambolü yaratıyor, defansın dengesi bozulmaya çalışılıyor. Nitekim olumlu sonuçlar da verdi, pas ile başlama mevzusuyla kıyaslarsak fevkalade diyebiliriz. Fakat hiçbiri bugün dakikalar 40'ı gösterirken yaşadıklarımızla mukayese edilemez. Gökhan'ın kafa pasında penaltı noktasında topla buluşan Bekir'in topu göğsüyle yumuşattıktan sonra yaptığı şeye burada gerçekten değinmek istemiyorum, çünkü ne diyeceğimi bilemiyorum. Zaten olanları herkes gördü, Fenerbahçe devrenin bitimine 5 dakika kala 1-0 öne geçti diyelim, kafi.


Maçın ikinci yarısında tur için varını yoğunu ortaya koyması gereken, çok daha saldırgan bir Marsilya ile karşılacağımızı umuyorduk fakat Fransız ekibi Fenerbahçe'nin sağlam savunma kurgusunun ikinci yarının başında da devam etmesiyle beklenen reaksiyonu gösteremedi. Sarı-Lacivertlilerin direnci maç boyunca kırılamadı, bu da fizik olarak üst düzey bir takım yolunda ilerlendiğinin bir kanıtı olarak gösterilebilir. Ayew'in soldan gelen ortaya vurduğu kafa ve Gökhan-Bekir ikilisinin çizgiden çıkardığı top dışında kaydadeğer bir şekilde Fenerbahçe ceza sahasına giremeyen Marsilya çareyi devre boyunca şut atmakta aradı, son derece etkili şutlar da izledik fakat bu sefer de Volkan devredeydi. Maçın son 15 dakikası Fenerbahçe kalesi Marsilya tarafından ablukaya alınsa da skor değişmedi ve temsilcimiz 5. maçında 13. puanını alarak kendisine ait olan Türk takımlarının Avrupa kupalarında bir grupta en yüksek puan (15/2009-2010 sezonu Uefa Avrupa Ligi) toplama rekorunu kırmaya da oldukça yaklaştı.


Gladbach maçı 1. ve 2. belli olduğundan ötürü formalite maçına dönüşecekti ve maç sonu yaptığı açıklamaya kadar en büyük korkumuz bu maçta Aykut Kocaman'ın rotasyon yapmayacağı düşüncesiydi,  'Avrupa tecrübesi olmayan oyuncularımın şans bulacak' cümlesi derin bir oh çektirdi açıkçası. Marsilya karşısında sergilenen mental üstünlük rövanşlı maçlarda da sergilenebilirse, oynanan doğru futbol bugüne özgü kalmazsa bu takım Avrupa Ligi'nde rakibi kim olursa olsun iddiasını sürdürecektir. Daha fazlasını konuşmak için belki de şimdilik erken ama bu maçtan sonra Fenerbahçeli futbolseverlerin geleceğe umutla baktığına eminim. Hayal kırıklığına uğramamaları ise en büyük temennim olacak.

-MERT TEZCAN

22 Kasım 2012 Perşembe

Yerçekimsiz iktidar nelere mal olur?

''Bütün videolara baksınlar, sahada yirmiye yakın kamera var. Benim ağzımdan bir kelime çıktıysa lisansımı yırtarım. Ama çıkmadıysa da başkaları lisansını yırtsın. Eğer hakaret ettiğimi kanıtlarlarsa çocuğumun ölüsünü görmek nasip olsun bana.''


Malumunuz, geçtiğimiz cumartesi oynanan Eskişehirspor-Fenerbahçe karşılaşması son yıllarda tanık olduğumuz en tuhaf ve anlaşılmaz hakem kararlarından birine sahne oldu. Maç içinde ve sonrasında o kadar çok bilinmeyenli bir denklem haline dönüştü ki, olayların gidişatı, değerlendirilme ve kamuoyuna yansıtılma şekli tamamen çığrından çıktı; bu topraklarda alışık olduğumuz üzere.

Öncelikle bu yaşanan hatalar ve gaflar silsilesinin önce aksiyon içindeki ayağından başlamak gerek. Hakem Fırat Aydınus, maçın 27. dakikasında Veysel Sarı ve Caner Erkin'in içinde bulunduğu bir hava topu mücadelesinde, karşılıklı yapılan bariz iki faulü(Veysel Caner'in sırtına binerek ivmeleniyor, Caner de Veysel'i engellemek için kolunu gayrinizami şekilde yana açıyor; sadece arka kamera görüntüleri olduğu için dirsek atıp atmadığını söyleyemiyoruz) çalmayıp oyunu devam ettiriyor, ve sonrasında kim tarafından söylendiği belli olmayan 'lan'lı bir cümleyi duyup, kimin söylediğinden gayet emin bir şekilde Caner'i sonradan öğreneceğimiz üzere haksız bir kırmızı kartla ihraç ediyor. Maçın ertesi günü de Ersin Düzen'in Veysel Sarı ile birebir telefon görüşmesi yaparak(konuşmayı biz duymamış olsak da, Ersin Düzen gerek sosyal medyada, gerek televizyon ekranındaki dürüstlüğü ve temiz haberciliğiyle kendisine bu konuda yeterli güveni sağlayabilmiş bir kişidir) müthiş bir habercilik örneği gösterdiği konuşmadan da Caner'in tek kelime etmediğini, Veysel Sarı'nın kendisinin Caner'in faul yaptığını düşündüğü için pozisyon sonrası refleksif bir içgüdüyle ''Bunu da çalmayacaksan neyi çalacaksın lan'' dediğini öğreniyoruz. Bu noktada şu 'lan' meselesine birkaç kelamla açıklık getirmek gerek: Bu ülkede nüfusun çok büyük bir çoğunluğu, cümlesine çeşitli yakıştırma ve lakaplarla(hacı, kanka, oğlum, abi, vb.) başlayıp, cümlesini ünlem yerine kullanılan küfür veya argo kelimelerle sonlandırır. Bunun avamlıkla, eğitimsizlikle, görmemişlikle falan da alakası yoktur açıkçası, bu bir kültürdür ve toplumun içindeki cinsi grupların birbirine entegrasyonu sonucu bu diskur sadece erkeklere özgü olmaktan da çıkmıştır; dolayısıyla ne dilsel ne de sosyolojik bir ayıptan bahsedebiliriz. İçerisinde hafif bir dayılanma barındırması dışında, iyi tahlil edildiğinde ''Bunu da çalmayacaksan neyi çalacaksın lan?'' cümlesinin bir Türk oyuncusu tarafından kullanıldığında ''Bunu da çalmayacaksan neyi çalacaksın be adam!'' demekten pek bir farkı yok açıkçası. Zaten o kadar ağır bir karar ki, Veysel Sarı maçın ardından sıcağı sıcağına yaptığı röportajda ''Caner benim küfrettiğimi söylemiş ama ben bir şey söylemedim, Caner'in de bir şey söylediğini duymadım'' demişti. Ersin Düzen'le yaptığı mevzubahis telefon görüşmesinde ise şöyle trajikomik bir itirafta bulunacaktı kendisi:

''O pozisyondan sonra hakeme doğru ''bunu da çalmayacaksan neyi çalacaksın lan'' dedim. Maç sonrasında da küfretmediğimi söyledim çünkü sadece 'lan' demiştim. Caner'in kırmızı kart görmesinin sebebinin 'lan' kelimesi olduğunu bilmiyordum.''

Fırat Aydınus kendi yakın çevresinde nasıl bir jargonla konuşuyor bilmiyorum; fakat iki oyuncunun da maç içi/maç sonrası şaşkınlığının bu derecede olması bizi Fırat Aydınus'un kararının samimiyeti ve dürüstlüğüyle ilgili düşünmeye sevk ediyor. Hakem yönettiği maçın bir anlamda hem pozitif açıdan hem de vicdani açıdan yargıcıdır. Kararlarını oyuncuların ve maçın içinde bulunduğu koşullara göre yeniden gözden geçirmeye ve yorumlamaya hakkı vardır, olmalıdır da. Fırat Aydınus o pozisyonda Caner yerine o kelimeyi gerçekten kullanan Veysel Sarı'yı da -kendince haklı bir şekilde- oyundan atsaydı da, bu kararın ağırlığı değişmeyecekti.

Bu olayların ikinci ayağı ise, medya ayağı. Ersin Düzen'in dürüst haberciliğinden bahsetmiştik; fakat önümüzde utancımızdan yerin dibine girmemize sebep olacak bir örnek daha var: Ertem 'Bu adam neyin nesi?' Şener ve düstursuz televizyonculuğu. Bahsettiğimiz zat, bahsi geçen tartışmalı hakem kararı ve maçtan sonra, canlı yayında alakasız bir şekilde Fırat Aydınus'un özel yaşam alanını, apartman yöneticisiyle, komşularıyla, aidatıyla Beyaz TV ekranlarına koymakta sakınca görmeyip, bu yaptığı 'flaş' habercilikle böbürlenmeyi de ihmal etmedi. Bu yaptığı televizyonculuk kisvesi altındaki etik dışı hareketin affedilir tarafı yok maalesef. Ne söylesek boş.


Kontrolsüz yetki kullanımı sadece Ertem Şener ve Beyaz TV ile sınırlı değil tabii. Fenerbahçe Yönetimi ve Aykut Kocaman, maçtan sonra yaptığı açıklamalarda, '3 Temmuz'dan beri' sergiledikleri demagojik politikalara bir yenisini ekleyip, Fırat Aydınus'un bu kararının kasıtlı, planlı ve bilerek yıpratıcı olduğunu ima etmekten geri dur(a)madılar. Yaşanan sürecin zaten doğru ve kurallarına göre yönetilmediği bir gerçek; lakin Fenerbahçe camiası her ne kadar çeşitli itibarsızlaştırma politikalarına haksız bir şekilde maruz kaldıysa da bu süreç içerisinde hedef saptırmayı, yapay gündem yaratmayı, ''ben yaptıysam diğerleri on katını yaptı''cı büyük başkanını, ırkçı söylemde bulunan futbolcusunu, tartıştığı gazeteciyi evinden aldırmakla tehdit eden kaptanını savunmayı da ihmal etmedi hiçbir zaman. Bu olaydan sonra da şişirilmiş bir kibrin, her şeyi yapabileceğine inanan otoriter bir kurumsal anlayış biçiminin birleşmesi sonucu bittabi kendisini ''müşteki değil karar organı'' addetmekte de sakınca görmedi. Yönetim bu süreci yapıcı kılmaktan hala çok uzak; ama neyse ki Aykut Kocaman Marsilya maçı öncesi yaptığı basın toplantısında 'lan' kelimesi yüzünden bir oyuncunun atılmaması gerektiğini, ama bu hata yüzünden de Fırat Aydınus'un linç edilmesinin insani olmadığını söyleyerek hatasını biraz olsun telafi etmiş oldu. Fakat bazı şeyleri telafi etme konusunda hep bir sonraki fırsatı kollamayıp, o fırsatın ayağınıza gelmesini beklerseniz çok geç kalmış olabilirsiniz. Aykut Kocaman'ın çarşamba günü ancak yapabildiği yapıcı açıklamalar Fırat Aydınus'un Arsenal-Montpellier maçını yönetmek üzere havaalanına sivil polis koruması eşliğinde gitmesini engelleyemedi.

Fenerbahçe yönetiminin yaptığı şeyin aynısını, Eskişehirspor yönetiminden de görmek, olayın aslının gün yüzüne çıkmasını ve herkesin en doğru şekilde kendisine ders çıkarmasını önleyici bir etmendi. Gene Ersin Düzen'den öğrendiğimiz üzere, Eskişehirspor yönetimi Veysel Sarı'nın canlı yayına bağlanarak sahada yaşananların iç yüzünü anlatmasına izin vermemişti. Doğruları söyleyip, olağan şüpheliyi geç de olsa aklamaya çalışan oyuncusunun özgür iradesini bu şekilde yok saymak, 'medeni' ve 'gayet yaşanılabilir' yakıştırmalarıyla övülen bir şehrin birincil futbol kulübüne hiç yakışmayan bir hareketti.


Gene hassas temas gerektiren bir süreci, bayağılığımız ve avamlığımızla yüzümüze gözümüze bulaştırmış bulunuyoruz. Sürece o kadar çok eleman dahil oldu, ve bu elemanlar bütün etik ve vicdani normlardan o kadar bağımsız davrandılar ki, sonunda geleceği çok parlak olan bir hakemimize 'hakemliği bırakma' seçeneğini dahi düşündürtebildiler. Yapılanlar aslında yazının başında alıntıladığım, Caner'in maç sonrası takım otobüsünde FB TV'ye verdiği röportajdan bir kesitle başladı. Caner'in bu tepkisini anlayabiliyorum; fakat maç sonrası takatini koruması gerekirken hala gözdağı ve boyundan büyük yeminlerle tepkisini şekillendirmesi #düdüğünüasfırataydınus kampanyasını başlatır nitelikteydi. Ayrıca ne kadar suçsuz olursa olsun, yaptığı işi ne kadar önemsediği de hiç önemli değil, bir haksızlık sonucunda kendisini aklamak için çocuğunun ölüsü üzerine yemin etmeye ne gerek, ne de hakkı var Caner'in. Bunu yaparak aslında saha içindeki haklılığını da bir nebze olsun kaybetti Caner, takımının 10 kişiyle gösterdiği müthiş mücadele ve direnişin de önüne geçti böylece. Caner'in bu davranışının ön ayak olduğu galeyan halinden etkilenen Fırat Aydınus hafta içindeki maçta kötü bir performans gösterse, hadi tek bir maçı geçtim, gerçekten hakemliği bıraksa, ucundan da olsa Aydınus'un ekmeğiyle oynamış olmayacak mıydı? Halbuki maç sonrası haksızlığa uğradığını daha iddiasız ve büyük boylu laflar etmeden söyleseydi, Kuyt ve Meireles'in yaptığı gibi takımın müthiş mücadelesinden bahsetmeye biraz olsun zaman ayırabilseydi, buna Aykut Kocaman da çarşamba günü takındığı tavrın aynısıyla maçtan hemen sonra eşlik edebilseydi, ne Ertem Şener bu terbiyesizliği yapmaya cüret ederdi, ne de Fenerbahçe yönetimi o kibirli ve tehditkar bildiriyi yayınlardı. En nihayetinde yurt dışında ülkemizi başarılı bir şekilde temsil etmeye çalışan bir hakemimizi, hafta içi yöneteceği Şampiyonlar Ligi maçına kafası rahat bir şekilde gönderebilirdik; hatta hakemliği bırakmayı düşünmek yerine, yaptığı hatanın mahcubiyetiyle iç muhakemesini yapmaya fırsat bulup özür bile dilerdi.

Biliyorum; bazen çok fazla hayal kuruyorum.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Galatasaray 1 - Manchester United 0

Şampiyonlar Ligi'ndeki temsilcimiz Galatasaray 5. haftada evinde grubun liderliği garantilemiş ağabeyi Manchester United ile karşılaştı.Güçlü İngiliz temsilcisi İstanbul'a; Rooney, Van Persie, Nani, Ferdinand, Valencia, Giggs gibi yıldızlarını Manchester'da bırakarak geldi. Bu durum dünya çapında maça olan ilgiliyi azaltan bir durum olsa da Aslan'ın iştahını kabartıyordu. Gruptaki diğer rakiplerinin birbirleriyle oynadığı bu fikstürde kazanmak daha da önem arz ediyordu. Galatasaray cephesi de son haftalardaki kötü oyunu da olumsuz skorları da unutarak tamamen galibiyete odaklanmıştı. Çünkü 3 puan dışında ihtimal düşünülmüyordu. Gole olan ihtiyaçtan dolayı Ambarat - Riera ikilisi sol kanattaki yerlerini tekrardan aldılar ki oluşan tehlikeler genellikle bu tarafta oluştu. Bunlara değineceğiz. Savunmada Semih Kaya formasına kavuşurken hücumda ise özlenen isim Elmander 9 numaralı formasıyla sahadaydı.

Maça son haftaların aksine oldukça istekli başladı Galatasaray. Ancak bu istek oyunun başlarında biraz telaşla karışınca pozisyona girmekte zorlandık. Hemen başlarda belli olduğu üzere -başta Eboue ve Melo- özellikle yabancı oyuncular bu maça daha farklı hazırlanmıştı. Kabaca maç seçiyorlar diyebiliriz. Amrabat, Riera ve Hamit de önceki oyunlara nazaran daha diri gözüktüler. Ancak Elmander'in henüz istenen kıvamda olmaması ve Burak Yılmaz'ın orginazasyondan uzak oyunu ilk yarının başlarında topun ileride kalmasını engelledi.

Burak'ın dakikalar 5'i gösterdiğinde topla ilerlediği pozisyonda sağ tarafında müsait durumda olan Melo veya Hamit'e pası vermemesi olası bir fırsattan yoksun bıraktı Galatasaray'ı. Bu seviyedeki çoğu futbolcu henüz top ayağına gelmeden sağını solunu kontrol ederken, Burak'ın dripling halindeyken bile kafasını kaldırmaması saç baş yoldurtuyor.Neyse. Özellikle Melo'nun ve Amrabat'ın ilk dakikalarda verdiği sinyaller oldukça olumluydu. İki oyuncu da bu sezonki en iyi performanslarını sergilediler. Şu zamana kadarki form durumu ile bu form durumuna karşı lakayıt ve gereğinden fazla rahat tavırlarından sonra Melo'nun ciddiyete kavuştuğunu görmek ayrıca sevindiriciydi.

İlk yarı Danny Welbeck ile etkili aksiyonlar içine giren Manchester ceza sahasına yaklaşırken alışılmış paslarını kadro seçiminden dolayı doğal olarak yapamadı. Temsilcimiz ise 19. ve 21. dakikalarda Burak Yılmaz'ın kafa vuruşlarıyla pozisyon bulurken buna benzer atakların çoğu maçın adamları olan Riera ve Amrabat'ın sürklase ettiği sol kanattan gelişti (Ne ilginçtir ki maçın adamı Hamit Altıntop seçildi). Dakikalar 34'ü gösterdiğindeyse Galatasaray o ana kadar beklediği pozisyona girdi. Ancak Hamit-Burak-Selçuk ekseninde gelişen atakta toplar savunmadan döndü. İlginç bir not olarak atılan çoğu şutun rakip defanstan dönmesini eklemeliyiz. 43'te yine Welbeck ile gelişen atağın akabinde kazanılan kornerde bu kez Manchester United etkili oldu. Kullanılan köşe vuruşuna arka direkte iyi yükselen 94 doğumlu Nick Powell'ın yaptığı kafa vuruşunda top üst direkten döndü. Aynı anda taraftarların kalbi de uçurumdan döndü. İlk yarıda Amrabat'ın rakip kaleye 'akışları' da son derece etkiliydi. Bana kalırsa Jones ile girdiği ikili mücadelede karar penaltı olmalıydı.

Galatasaray ikinci devreye de istekli başlarken topun ileride kalmaması yine sıkıntı yarattı. Bunda maçın açık ara en etkisiz futbolcusu olan Elmander'in payı büyüktü. Ancak İsveçli'nin performansını yukarı taşıyıp yine en kilit elemanlardan biri olacağına olan güvenim devam ediyor. İkinci yarının ilk tehlikeli pozisyonunda her atağa çıkışında ortalığı karıştıran Eboue'nin yaptığı güzel ortaya müthiş bir koşuyla cevap veren Melo'nun kafa vuruşu maalesef kaleci Lindegaard'ın üzerine gitti. Futbola dönüş partisini golle süslemeyi eminim o da çok istemiştir. Neyse ki 53. dakikada aranan gole -açıklanamayacak şekilde- şu an için gol krallığında zirveyi paylaşan Burak Yılmaz'ın kafa vuruşuyla kavuşuldu. Duran toplardaki veriminin düştüğünden bahsettiğim Selçuk'un kendi ortalamasından daha iyi bir vuruş yapmasına, defansın hatası ve Burak'ın alışık olmadığımız net kafa vuruşu eklenince sonunda bizi galibiyete götüren gol gelmiş oldu. Maçın bundan sonrasına sarı-kırmızılıların enteresan gol yeme çabalarından, Hamit'in inanılmaz şutundan ve oyuncu değişikliklerinden başka pek bir şey ekleyemeyeceğim.

Riera, Amrabat ve Melo'nun performanslarıyla öne çıktığı, Hamit ve Eboue'nin daha derli toplu göründüğü bu günde alınan galibiyet dışındaki tüm şeyler teferruat kaldı. Futbolun hala tatmin edici olmaması da. İlk maçlardaki olumsuz skorlardan sonra -her ne kadar çok çok önemli futbolcuları gelmese de- Manchester karşısında alınan bu galibiyet Cim-Bom'u grup ikinciliği için bir numaralı favori haline getirdi.

18 Kasım 2012 Pazar

Euroleague 6.hafta değerlendirmesi

EL'de sürprizleri ve epik performansları bol bir haftayı daha geride bıraktık. Temsilcilerimizin performansı açısından çok memnun edici olmasa da, gerçek EL takipçilerini fazlasıyla tatmin eden bireysel ve takım performansları vardı bu hafta: Union Olimpija genç sloven guard ikilisi Prepelic-Blazic'in müthiş özgüvenli ve skorer oyunları ve son topta Jonathan Tabu'ya atış sırasında yapılan bariz faulün çalınmaması sayesinde Cantu'yu evinde 81-79 yendi ve grupta daha birçok sürprize neden olabileceğini gösterdi. 1990 doğumlu Blazic'in haftalardır beklenen patlamayı da gerçekleştirmiş olması ayrıca mutluluk sebebiydi. Blazic bu maçta 10/13 saha içi, 4/5 üç sayı ve 6/8 serbest atış isabetiyle 30 sayı gönderdi Cantu potasına. 92'li Prepelic de 13 sayı ile katkı verdi.
Bir başka spektaküler performans da Zagreb'de yaşandı. Bracey Wright'ın mucize üçlüğü ile ilk uzatmaya, Gelabale'in takipçiliği ile de ikinci uzatmaya giden maçta Cedevita Zagreb, şu ana kadar oynadığı oyunla Barcelona ile birlikte EL'nin en istikrarlı ve korkutucu takımı olan Zalgiris'i 108-106 mağlup ederek büyük bir sürprize imza attı. Gelabale bu maçta ruhunu parke üzerinde bıraktı desek yeridir sanırım. 43 dakika sahada kaldı ve 9/16 saha içi ve 5/5 serbest atış isabetiyle 23 sayı 10 ribaund 2 asist ve 1 top kaybı ile oynayarak verimliliğin en üst noktasını zorladı.
Bir diğer süpriz de Tel-Aviv'den geldi. Unicaja Malaga, Maccabi'yi deplasmanda 62-64 yenerek rakibinin galibiyet serisine de son vermiş oldu. Malaga ile birlikte 2009'da bıraktığı dört yıllık Hırvatistan macerasına da tekrar başlayan kocamış kurt Repesa önderliğinde, grubu 2. sırada bitirmek için çok önemli bir eşiği daha kayıpsız geçtiler.
Siena ise 0-3 ile başladığı EL'de son üç maçını kazanarak grupta kendine sağlam bir yer edinmeyi başarmış durumda. Bu noktada sanırım Bobby Brown'dan bahsetmeden geçersek ayıp etmiş oluruz. Sıkı NBA takipçilerinin '08-'09 ve '09-'10 sezonlarından hatırlayacağı bu oyuncu, iki sezonluk NBA macerasından, adı sanı bilinmeyen Avrupa takımlarına uzanan dört sezonluk düşüş hikayesinden sonra, yeniden toparlanan Siena organizasyonuyla muhteşem işler yapmaya başladı, ve daha uzun süre de duracağa benzemiyor. İlk iki maçtaki vasat performanslarına rağmen, 6 maçta ortalama 31 dakika sahada kaldı ve %50 iki sayı, %47 üç sayı ve %84 serbest atış isabet oranıyla 21.3 sayı ve 5.3 asist ortalamalarını yakaladı. Bu kadar çok topla oynayan bir oyuncunun yüzdesi bu kadar yüksekken aynı zamanda 1.8 top kaybı oranıyla oynaması da ayrıca alkışlanması gereken bir ayrıntı. Bobby Brown ve Jordan Farmar'a, EL arenasında unutulmaya yüz tutan 'skorer oyun kurucu' performanslarını tekrar bizlere hatırlattıkları için ne kadar teşekkür etsek az.
Panathinaikos ise Real Madrid'i evinde rahat bir şekilde mağlup ederek, Madrid'in kontrolsüz hücum oyununun savunma ekollerine karşı işe yaramadığını da kanıtlamış oldu. Çanlar Pablo Laso için yakın zamanda çalmaya başlarsa, hiç şaşırmayın. Diğer Yunan temsilcisi Olympiacos cephesindeyse işler yavaş yavaş yoluna girmeye başladı diyebiliriz. Son şampiyon, koç Bartzokas'ın Printezis ve Papanikolau'yu daha fazla ve daha verimli bir şekilde saha içinde tutmayı akıl etmesiyle işleri yoluna koymuş gözüküyor. Papanikolau son iki maçta, geçen seneki F4 performansına yaklaşan oyunlar oynadı. Onun ribaundlara vereceği katkı, Olympiacos adına çok belirleyici olacaktır.
Artık takımları, averaj hesaplarının da etkisiyle daha stresli maçlar bekliyor. Gerilimin yükselmesi de biz EL takipçileri için çok daha zevkli maçların yaşanacağının güzel bir habercisi sanki. Özellikle A ve B gruplarında, 3. ve 4. sıraları kapma mücadelelerinde kemik seslerini çokça duyacağız gibi duruyor.



BC Khimki 71 - 70 Fenerbahçe Ülker

FBÜ, Cantu'ya karşı oynanan utandırıcı oyunun yaşattığı özgüven kaybıyla ve McCalebb'den tamamen yoksun olarak gitti Moskova deplasmanına; ancak grup ikinciliği adına elini çok rahatlatacak bir maçı, oldukça moral kırıcı bir şekilde kaybetti temsilcimiz.


İlk yarı boyunca Andersen'in pnp ve pnr'leri, biraz da Bogdanovic'in kendisine ekstra önlem almakta geciken Khimki savunmasını hazırlıksız yakaladığı birkaç hamle sayesinde ayakta kalabildi Fenerbahçe. Pianigiani yönetiminde, savunmada işlerin kusursuzlaşması adına FBÜ gibi yeni kurulmuş bir takımın daha çok zamana ihtiyacı var; fakat çok basit konularda hala çok güdük kalındığı bir kez daha görüldü: Batiste boyalı alan sathını savunmakta hala çok kötü, içeri kat eden kısa oyuncuları çok fazla arkasına kaçırmaya devam etti bu maçta da. Ve açıkçası Fenerbahçe bu zafiyeti gidermek için Batiste'in form yakalamasını beklememeli; çünkü takıma gerçekten çok zarar veriyor. Topsuz adamı ve koşusunu savunma konusunda takımı çaresiz bırakmasının yanında, Ribaundlara da katkısı minimum seviyede kalınca Batiste'i seyretmek belki de ilk defa bu kadar katlanılmaz oluyor. Pota altındaki bu sorunu çözmek için Oğuz ve İlkan daha fazla süre alabilir(özellikle Oğuz, kendisi gibi yavaş pota altı oyuncularına sahip Khimki karşısında yıldızlaşabilirdi bu maçta), almalı da.


Ayrıca Khimki gibi pota altında görece yumuşak bir takıma karşı dönem dönem yaşanan ribaund problemlerinde de çok net anlaşıldı ki; FBÜ Mirsad'ın -ve sadece geçen seneye özgü olmak üzere Gist'in- ribaundlardaki sigortasına o kadar çok bel bağlamış ki, özellikle Bogdanovic, Ömer ve Preldzic potadan dönen toplarda eskisi gibi güvenli fast-break'e çıkamıyorlar; Khimki karşısında da oyunda kaldıkları süre içerisinde sürekli tetikteydiler. Geçen seneki kaotik ve tuhaf oyun anlayışı içinde bile bu oyuncular en azından hücuma hızlı(ya da en azından güvenli) çıkma konusunda neredeyse hiç sorun yaşamıyorlardı.

Batiste'in yanında bir diğer 'tıpa' görevi üstlenen oyuncudan da bahsetmek gerek: Bremer. Sene başından beri takımla yaşadığı uyum sorununu burada defalarca yazdık; fakat Fridzon gibi diz kapakları eskimiş, ayakları yavaşlamış bir guard'a karşı bile set temposunu bu kadar düşürebilmeyi başarabiliyorsa, bize de sadece onu alkışlamak düşer. Bremer'ın yerine Barış da -sadece ilk yarı için geçerli- çözüm üretebilecek bir alternatif olamadı maalesef; Preldzic de oyun zekasını top dolaşımı için yeterince iyi kullanamayınca, ilk çeyreğin sonlarında ve ikinci çeyrekte skor 31-20 Khimki lehine olduktan sonraki kısa sekans dışında, FB hücumda yerlerde süründü; üstüne Ömer, Bogdanovic ve Barış gibi cezalandırıcılar da yay gerisinde topla hiç buluşamayınca, Khimki'nin ilk yarıyı önde kapaması için fazla bir şey yapmasına gerek kalmadı.

3. periyodun sonunda, çeyreğin başında skor yükünü çeken Andersen ve Bogdanovic'in yanında diğer isimleri de hızlı set temposu içinde kullanabilmek adına Pianigiani çok doğru bir hamleyle boyalı alan savunmasından tamamen feragat ederek 4 kısaya döndü ve Fenerbahçe son bölümde McCalebb'siz kadrosunun hücumda yapabileceğinin en iyisini yapmayı başardı. Fenerbahçe de, Türk takımlarının artık kangrenleşmiş ''Şartlar uygunsa, 'potaya uzak mesafeli şutla değil, toplu penetreyle ya da hızlı paslarla boş adamı bularak ulaşma'yı akıl edememe'' sorununu yaşadı bu maçta. Maçın bu bölümünde, savunmayı tamamen riske eden Fenerbahçe'nin aslında doğru bir hamle yaptığını söyleyebiliriz; çünkü Fenerbahçe pota altını savunma konusunda güdük kaldıysa da, yetenek seviyesi yüksek olmayan Khimki kısalarını dört kısalı rotasyon sayesinde zaman zaman top kaybına zorlamayı da başardı.


İstikrarlı bir hücum performansının yanına, savunmada da kontrollü bir şekilde topa baskı yaparak 61-60 öne geçerken FB maç sonuna kadar önde götüreceğinin sinyallerini çok güçlü bir şekilde veriyordu; fakat tam o anda bir Khimki hücumunda Andersen ve Fridzon arasında yaşanan ribaund mücadelesinde hakemin yanlış kararı sonucu top Khimki'ye geçti ve FBÜ o anda çok tuhaf bir şekilde bütün maç konsantrasyonunu kaybediverdi. Gene de Ömer'in ve Barış'ın soğukkanlı oyunu ve Andersen'in takipçiliği sayesinde son hücuma 70-69 önde girdi Fenerbahçe. Fakat Eurobasket 2013 elemelerinde iç sahada İtalya'ya son saniye basketiyle 82-83 kaybedilen maçtan bile daha dramatik(dramatik hafif kalıyor farkındayım) bir son yaşandı. İlginçtir ki Fenerbahçe EL'de ilk defa ribaund üstünlüğünü rakibine kabul ettirdiği bir maçta, üç oyuncusunun savunma ribaundunu bir türlü alamaması sonucu maçı kaybetti. Hatayı hakemde, 24 saniye tabelasında, FB'nin son hücumunda topu erken kullanan Andersen'de, ya da maçın son bölümünü çok olgun oynayıp, son hücumda ne yapılmaması gerekiyorsa onu yapan Barış'ta arayabilirsiniz; fakat şu bir gerçek ki Fenerbahçe bu maçı hakikaten çok sarsıcı biçimde kaybetti. Cantu ve Karşıyaka yenilgileri üstüne böyle gerilimi son ana kadar yüksek geçen bir maçı kazanmak, takımın toparlanmasını hızlandıracaktı fakat aksi durum söz konusu olunca da yaşattığı zararlar misliyle artıyor. Önümüzdeki günlerde FB'nin tecrübeli (yaşlı demek istiyorum ama ayıp olacak) ellerine çok ihtiyacı olacak; zira böyle bir yenilgi serisinden yakayı sıyırmak pek de kolay iş değil, başınızda Pianigiani olsa bile.


Ancak; eğer Pianigiani ve oyuncular maçın muhakemesini kendi içlerinde iyi yaparsa, özgüven kazanmaları adına çok önemli ipuçları bulacaktır. Birincisi, Fenerbahçe EL'de ilk defa ribaundlarda rakibine(her ne kadar rakip pota altında hayli zayıf olsa da) üstünlük sağlayarak(36-33) maçı bitirdi, bu ilerisi için motivasyonu arttıracaktır. İkincisi, Andersen, Loncar gibi ekmeğini taştan çıkaran bir savunmacıya rağmen, ilk defa hücumda dominant bir skorer oyun sergiledi. Üçüncüsü de, eğer Pianigiani kulaklarını ve gözlerini kapamaya devam etmezse, Barış'ın McCalebb dönene kadar ilk 5 başlayacağı müjdesidir. Bu maçta da ne yazık ki çok geç açıldı ve Bremer'dan sadece dört dakika daha fazla(18 dk) sahada kalabildi; fakat penetre oyununu bile Bremer'dan -hem de maçın kriz anlarında- iyi uygulayabildiyse, bundan sonra Bo'nun yokluğunda hala daha ilk beşe yerleşemezse Pianigiani'ye gidip sağlam bir 'öeh be hacı' çekse yeridir.

FB Ülker için ilk dört dışında kalmak şu an için pek mümkün gözükmüyor; fakat eğer grup 3. ya da 4. sırada bitirilirse, en azından taraftar kanadında sene başındaki F4 hayalleri fazlaca sarsılacaktır. Pianigiani'nin acilen hücum planlarını Preldzic'in ve Barış'ın merkezinde, set temposunun da daha yüksek olduğu ve özellikle Andersen ile Bogdanovic'in maç boyunca sıcak kalmasını sağlayabilecek bir sistem dahilinde değiştirmesi gerekiyor.

-BERK ÇETİN



Partizan 85 - 72 Beşiktaş JK

Temsilcimizin gruptaki Partizan maçlarının averaj mücadelesini bir sayı farkla önde bitirmesi perşembe gecesi için bizim için avuntudan başka bir şey olmadı. Aslında şu an gruba göz atıldığında üçüncü sıra için Beşiktaş'ın asıl zorlu rakibinin Partizan değil de Bamberg olduğu görülebilir fakat en kötü senaryoya da hazırlıklı olmak adına dördüncülük için Partizan iç sahada Rytas'tan bir maç daha fazla oynayacak ve Rytas'a göre saha içinde bir avantajları var: yetenekli genç arkadaşlarına liderlik yapabilecek bir Westermann.

Maça geçtiğimizde Beşiktaş'ta en çok eleştirilmesi gereken yönleri saymakla bitiremiyorum. Maça tamamen kayıplarda başlansa da ilk çeyrek sonunda bir momentum yakalandı ve fark 5 sayıda tutuldu; fakat ikinci periyotta yenilen 24 sayı içler acısıydı. Beşiktaş sadece CSKA(24-3.Çeyrek) karşısında ve son çeyreği oynanmasa kimsenin itiraz etmeyeceği Bamberg(29-4.Çeyrek) maçında bir çeyrekte bu kadar sayı yemişti.

Hücumda yetenekleri kısıtlı olmasa bile o yeteneği oyuna çeviremeyen bir takıma sahipseniz yapmanız gereken iki-üç şey vardır. Faul alıp serbest atış çizgisine giderek kolay sayı bulmak, ki bu seçenek açıkçası Beşiktaş için hiçbir zaman ilk seçenek ol(a)mayacaktır; çünkü EL'nin en kötü serbest atış yüzdesine sahip Prokom'un bir sıra üstündeler. O yüzden pick&roll oyunu ilk seçenek olmalıydı bence ama PnR dediğimizde de akla ilk gelen oyuncumuz Tutku'dan yoksun olarak mücadele ettik. Son seçenek olarak ise çok hareketli ve sert bir savunma ile rakibi yıpratıp topu oyuna olabildiğince hızlı sokmak ve atletik oyuncularınızla skor bulmaktır. Maalesef Beşiktaş bu üç seçenekten hangisini yapabildi diye sorarsanız hiçbirinde beklenenin yarısı kadar verimlilik gösteremediğini söyleyebilriim. %44(8-18) ile serbets atış atarken rakip bizim çizgiye geldiğimiz sayıdan dört fazla isabet buldu ama perşembe gecesi tek ve en önemli sorunumuz bu değildi. Defalarca farkın tek hanelere hatta 5'in altına indiği vakitlerde yapılan amatörce top kayıpları ve hücum faullerin dönüşünde yediğimiz sayılar bizi tam anlamıyla bitirdi; bunun da en önemli sebebi konsantrasyon problemiydi.

Tüm temsilcilerimizde ortak olan bir sorunu da belirtmeden geçmeyeyim. Bütün takımlarımız şu ana kadar rakiplerine inanılmaz sayılarda ve basitlikte ofansif ribaund verdiler. Sadece bu alandaki zafiyet yüzünden kaybedilen maçlar var. Bu konuda Efes daha az sorun çekiyor ama Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin hali içler acısı.


Bu sene tamamen değişmiş takımın TBL'de olsun EL'de olsun sayı ortalaması 70-75 civarında. Erman Kunter'in bu aralığı 75-80'e çıkarması için bazı kolay ve etkili set hücumları çizmesi gerekli çünkü şu ana kadar gördüğüm kadarıyla skorer olması beklenen Dasic ve Christopher'ın açılması için daha çok beklenir. Bu iki oyuncuyu da oyuna katmanın bir yolu bu sene Miami Heat'in oldukça başarılı bir şekilde sergilediği, dip çizgiden Wade ve Lebron'la yaptıkları penetreler olabilir. Beşiktaş kalburüstü şutörlere sahip bir takım ve Jerrels, Muratcan gibi potaya gidebilen ve boş şutörü rahatça bulabilen iki oyuncusuyla Markota, Christopher, Serhat, Cevher ve Dasic'e , çizginin gerisine, çıkarılan topların sayı olma olasılığı oldukça yüksek. Keza hücum ribaundlarında mücadeleden kaçınmayan Falker ve Vidmar ile ikinci şans sayılarının zorlanması Beşiktaş'ın hem geriye kolay dönmesini sağlayacaktır hem de Kunter takımı için düşük sayılabilecek sayı tavanını biraz olsun yükseltebilir. Hücum varyasyonlarını ilk beşi değiştirerek zenginleştirmek de mümkün fakat bu kısıtlı rotasyon Kunter'in elini kolunu biraz bağlıyor.

Dasic ve Christopher'a ayrı bir parantez açmak istiyorum. Dasic oyunda kaldığı sürede (11 dk.) 3 adet top kaybı ve 3 hücum faulle toplam 6 atağımızı hiç etti ve üzerine çok kolay bir turnike ve bir tipi bitiremedi. Christopher ise bu sene Jerrells'ın yanında takımı sırtlayacak isim olarak getirilse de ne Antalya BB'deki ne de Cholet' deki istatistiklerinin yanından bile geçmiyor. Beşiktaş belki şu an bu iki oyuncudan yüzde yüz performans beklemiyor fakat eğer olursa, TOP-16'da Beşiktaş hala formsuz Christopher ve sorumsuz Dasic'e mahkum kalırsa şüphesiz EL'ye kötü bir şekilde veda edecektir.


Partizan'a değinmek gerekirse, ekonomik kriz sebebiyle EL takımlarındaki gençleşme furyasının başka bir örneği olmaları ilk maçtan beri onları frenlemedi. Galibiyet alamadan bitirdikleri ilk etap maçlarında, sadece deplasmandaki Beşiktaş maçında farklı yenildiler ve kalan bütün maçlarda Barça'ya da CSKA'ya da çok zor anlar yaşattılar. Westermann gibi çok özel bir genç yeteneğe sahipler ve şu ana kadar özellikle hücumda tüm potansiyellerini sahaya koyuyorlar. Tecrübesiz olmaları maç kaybetmelerindeki en önemli sebep, keza bitap durumdaki Beşiktaş'a bile maçı 3-4 kez altın tepsiyle sundular. Beşiktaş'a nazaran müthiş savunma yaptılar ve Jerrells'ı olabildiğince boyalı alan dışında tutmayı başardılar, böylece pas yeteneği düşük olan diğer oyunculara bol bol pas arası yapıldı; zaten bu sene EL'de maç başına 8 top çalma ortalaması ile oynuyorlar ve bu alanda ilk üçteler. Bakalım biz ne zaman Jerrells'tan bu defansif çabayı görebileceğiz(Eşleşmesi Westermann 8 asist ve 13 sayı ile oynadı)? Musli ve Lucic de birkaç yıl içinde çok özel oyuncular olmaya adaylar ve bu üç oyuncu temeline sahip etrafı zenginleştirilmiş bir Partizan seneye -şansları da yardım ederse- rahatlıkla TOP-16 yapıp daha ilerisini zorlamaya başlar.


Erman Kunter'e de şu ana kadar yarattığı sinerji ve oyun anlayışı için saygı duymamak elde değil fakat benim arzum bu takımı daha iyi hale getirmek için bir süreliğine Dasic'in EL'deki dakikalarını azaltması ve Christopher'ı oyuna katacak setler çizmesi. Gerekirse Tutku ve Muratcan'ın dakikalarını biraz arttırıp Christopher'ı bu oyuncuların çevresinde tutabilir; çünkü top Jerrells'ın elinde olduğu sürece bu Christopher'ın hayrına olmuyor. Savunmada ise maçın bazı anlarında rakibe ve sahadaki ilk beşe göre 1-3-1 alan savunması denenmesi kesinlikle hücumdaki etkinliğimizi aynı oranda arttıracaktır. Beşiktaş, bu mağlubiyet sonrasında grupta kendine yer edinme yarışında rakibinin Partizan olması halinde de daha rahat olacaktır. Zaten gruplarda 1. ve 2.'lik imkansız, 3. veya 4. olmak arasında da pek bir fark yok. Yine de umarız ki 3. olur ve EL'deki ilk yılında böyle bir performans gösteren bir takıma iyi bir sponsor bulunur.

-MEHMET UMUR



Anadolu Efes 77 - Emporio Armani Milano 71

Euroleague'in 6. haftasında temsilcimiz Anadolu Efes, sahasında İtalyan temsilcisi Emporio Armani Milano'yu ağırladı. Önceki gece diğer iki temsilcimizin kaybetmesinden sonra Efes'in yüzümüzü güldürmesini bekliyorduk. Milano kendisi açısından daha da kritik olan bu maça en önemli kozlarından Ioannis Bourousis'in eksikliğinde çıktı. Efes cephesinde ise Stanko Barac'ın sakatlığı devam ediyordu. Koç Oktay Mahmuti ilk beşte bir takım değişiklikler ile başladı maça. Son maçlarda hücuma katkı verememesinin dışında asli görevi olan savunmada da tatminkar bir oyun sergileyemeyen Sinan Güler kenarda başladı. Onun yerine sürelerinin artması gerektiğini düşündüğüm Sasha Vujacic ilk beşteydi. Kerem Gönlüm de beklentilerden "hala" uzak olan Dusko Savanovic'in yerine 4 numarada görev aldı. İtalyan ekibinde Bourousis'in yokluğunda Maccabi'den hatırladığımız Richard Hendrix pota altındaki yerini aldı.



Maça İstanbul'daki çoğu maçta olduğu gibi (Zalgiris maçı hariç) Efes rüzgarıyla girildi. Kapılan toplar ve atılan fast-break sayıları ile fark temsilcimiz lehine açıldı. İlk dakikalarda Alessandro Gentile de sakatlanınca Milano uzun rotasyonu Bourousis'in olmadığı bu maçta ciddi bir darbe aldı. İlk üç dakikada 14-6'lık bir skor yakalayan temsilcimiz karşısında tecrübeli koç Scariolo takımının soğukkanlı kalmasını sağladı ve oluşan fark Milano'nun savunmasını sertleştirmesine binaen giderek azalmaya başladı. Özellikle Richard Hendrix, ilk çeyrekte bulduğu 8 sayıyla pota altı rotasyonunun noksanlığını hissettirmedi. Ancak periyodun bitimine 3 dakika civarında bir süre varken 2 faul alıp kenara geldi.

Sergio Scariolo da önceki maçlarda Efes'e uygulanan panzehirden vazgeçmedi. Ne demek bu? Sezonun açılışından beri vurguladığımız Mahmuti'nin ve Efes'in mentalite değişikliği olan yüksek tempolu oyununa izin vermeyerek oyunu olabildiğince ağırlaştırmak demek. Hücumda topu erken atmayıp, savunmada geçildiğinizde faul yapmak demek. İtalyan ekibi de özellikle ilk yarı sert savunma yaparak bir anda müdafaaların ön plana çıkmasını sağladı ve -ilk 3 dakika hariç- bunu başardı. Genellikle istikrarsız bir görüntü çizen Armani Milano'nun ilk dakikalardaki Efes rüzgarını sakince göğüslemesini ise tamamen koç başarısı olarak görüyorum. Ne kadar tecrübeli olsa da guard Omar Cook, kriz anlarını yönetemediğini Valencia'da kanıtlamıştı. İkinci periyot hücumda da doğru tercihler yapmaya başlayan Milano 5-0'lık bir seri yakaladı ve öne geçti. Efes'te ise üst üste yapılan top kayıpları (ki genelde bunları takımı sırtlamasını beklediğimiz Jordan Farmar yaptı) ve kötü şut seçimleri ivmenin tamamen Scariolo'nun ekibine geçmesine sebep oldu. İkinci periyodun 9.5 dakikalık bölümünde yalnızca 5 sayı bulan ekibimiz, ciddi hayal kırıklığı yarattı. Çeyrekte ise toplamda yalnızca 7 sayı bulabildik. Buna karşılık istikrarlı bir şekilde iki periyotta da 18 sayı atan Milano 9 sayılık farkı yakaladı. Hücum tıkandığında direksiyona geçmesini beklediğimiz Farmar oyuna bir türlü dahil olamazken, Savanovic ve Gordon gibi oyuna liderlik yapabilen diğer önemli oyuncularımız da çok tutuktu. İlk yarıda direnen ve çırpınan tek oyuncu ise 35'lik Kerem Gönlüm'dü (İlk yarı 8 sayı, 7 ribaunt ve 2 asistle oynadı). Onun bu direnişi Efes'i maçta tuttu.



İlk yarıda akıllarda kalan başka notlar da vardı. Bourousis ve Gentile'nin yokluğunda daha çok pick'n pop oyunuyla dışarıdan şut atması beklenen Melli ve Fotsis, boş pozisyonlardaki kötü şut yüzdeleriyle takımlarının farkı arttırmasına ket vurdular. İtalyan ekibi ilk yarı toplamda 4/14 üç sayı yüzdesiyle oynadı. Efes cephesinde ise yapılan 11 top kaybı ve 6/11 olan serbest atış yüzdesi göze batan olumsuz istatistiklerdi. Bir gece evvel Vidmar'ın Beşiktaş'a faul çizgisinden verdiği zararı geçmeyi hedefleyen Semih, bu olumsuz istatistikte başı çekti. Ayrıca nispeten yumuşak olan Milano pota altına karşı KG'nin (yanlış anlaşılmasın Kevin Garnett>Kerem Gönlüm) yaptığı etkiyi yapamadı.



Soyunma odasındaki konuşmada muhtemelen önceliği savunmaya veren Mahmuti'nin ekibi, üçüncü çeyreğe daha sert müdafaa yaparak başladı. Hücumda da içeriye inen toplarla rakibin faul sayıları giderek yükseldi ve Vujacic'e dışarıdaki baskı azaldı. Maça iyi başlayan Hendrix de bu arada dörtledi ve bir daha sayı kaydedemedi. Hücumda liderliğe soyunan Vujacic'in savunmada da takımı ateşleyen oyuncu olması beklenmedik bir gelişmeydi. Özellikle periyodun başlarında yaptığı blok Ron Artest'i andırdı. Çarkların işlemesiyle birlikte -üst üste yapılan iki backcourt violation sayılmazsa- direksiyona tekrar Efes geçti. Vujacic üst üste bulduğu 10 sayıyla 3. çeyreğe damga vuracağını gösterdi ve yakalanan 14-4 seriyle Efes tekrar öne geçti. Uzun rotasyonunda ise Ermal Kuqo, Batista'nın ilk yarıdaki felaket performansından sonra süreleri Uruguaylı'dan çaldı. Dışarıdan Sasha içeriden de Ermal'le sayılar bulan ekibimiz savunmada da sertliğin dozajını arttırınca ne kadar potansiyelli bir takım olduğunu gösterdi. Bu kez seriyi soğukkanlı karşılayamayan Milano'da ise dışarıdan atılan şutlar kaçmaya devam ederken Langford ve Hairston bireysel yetenekleriyle skor yapmaya çalıştılar. Ancak özellikle Langford, Vujacic'in savunmasında rahat pozisyon bulamadı (Vujacic'in savunmasını övmek beni ne denli mutlu ediyor anlatamam). Jamon Lucas'ın son saniyede basket-faulden 3 sayı bulmasıyla beraber çeyrekte 27 sayı bulundu ve Efes kimliğine döndü. Ancak Sasha Vujacic'in rüya gibi bir periyot geçirdiği gerçeği her şeyin ötesindeydi. Vujacic bu çeyrekte 16 sayı bulan rakibe karşı 17 sayı buldu.


Son periyoda da iyi başlayan temsilcimiz Scariolo'ya mola almaktan başka çare bırakmadı. Ermal pota altında çok etkili başlayınca ve Vujacic'in 3 sayı yağmuru devam edince fark 11'e kadar yükseldi. 9 dakikada 5 faul yapmasına karşın ayağa kalkıştaki başlıca katalizörlerden olan Ermal, bu serideki ana elemanlardandı. Moladan 6-0 ile dönen Milano yine de Vujacic rüzgarına direnecek dirayeti gösteremedi. Önceki hafta kalplerimizi oldukça kıran Popovic'e nazire yapan Sasha toplamda bulduğu 29 sayının 27'sini ikinci yarıda bulurken bu sayıların 18'ini üç sayı çizgisinin gerisinden buldu. Son saniyeler averaj hesaplarıyla ve taktik faullerle geçti. İlk maçta rakibine 5 sayı farkla mağlup olan Efes, ikinci yarıda bulduğu 50 sayıyla rakibini 77-71 yenince averaj üstünlüğünü de eline almış oldu.

-OZAN KEBAPÇI