28 Kasım 2012 Çarşamba

''Şampiyon, uyan!''



Geçtiğimiz yılın 27 Kasım'ında sporseverler futbol dolu bir pazar gününe şok bir haberle uyandı. Premier Lig'in istikrar abidesi Gary Speed, evinde kendini asarak hayatına son vermişti. Menajeri Hayden Evans'ın yaptığı, "Cuma günü konuşmuştuk. Herşey normaldi. Biz düzenli olarak buluşurduk ve hiçbir belirti görmedik. O yüzden de, olay daha büyük bir şok yarattı." açıklaması her intihar vakasında çokça yer alan soru işaretlerini daha da artırıyordu. İstikrarlılığı ve sakinliği ile bilinen Speed'in ölümünün birinci yıldönümünde, onun aksine futbol hayatı sakatlıklarla, istikrardan uzak olarak geçen Leon McKenzie'nin otobiyografisi yayınlandı. İngiliz oyuncunun kitabının neden Gary Speed'in ölüm yıldönümünde yayınlandığı sorusunun cevabı ise onun kariyeri boyunca mücadele ettiği depresyonun altında yatıyor. Biyografisinde de bu depresyondan, uzun süre kıyısında gezindiği intihar fikrinden ve sonunda başarısız da olsa bu intihar fikrini uygulamaya geçirmesinden bahsediyor bizlere. Nitekim kitabının adı da ''Yaşamla Savaşım''. Gerçi bu kitap da Türkçe'ye çevrilmeyecek ve birçok futbol kitabı gibi ülkemizdeki futbolseverler tarafından okunma fırsatı bulamayacaktır muhtemelen. Ancak yaklaşık 3 yıl önce, bir dönem Fenerbahçe forması da giymiş olan Robert Enke'nin intiharıyla ülkemizde de gündeme gelen futbolcu intiharları hakkında önemli bir kaynak olabilir.

Kitapta kariyeri boyunca yaşadığı sorunlardan bahseden McKenzie, Charlton'da oynadığı dönemde, antrenman sırasında geçirdiği bir sakatlık sonrası otel odasında ilaçlar ve bir şişe viski ile hayata geçirdiği intihar fikrinin altında yatan sebebi ''İntiharı, hayatımı saran ızdırabı sonlandırmak için en iyi yol olarak görüyordum. Dışarıdan baktığınızda herşeyimin olduğunu düşünebilirdiniz, fakat iç dünyamda bir belirsizlik bulutu içinde kaybolmuştum.'' diyerek açıklıyordu. Çok sevdiği karısını ve çocuklarını bırakarak gitmeyi bencillik olarak görüyordu ama ''Umut benim için kaybolmuştu. Artık keşke, eğer, belki diyerek yaşamak istemiyordum.'' sözlerinden de anlaşılacağı gibi üst üste yaşadığı sakatlıklar onun ruhsal durumunda ciddi bir hasara yol açmıştı. Bu yüzden o da, 23 yaşında intihar ederek ölen kız kardeşinden 8 yıl sonra, 2011 Aralık'ında, aynı yolu seçiyordu.

Annesiyle vedalaşmak için yaptığı telefon görüşmesinden sonra planını hayata geçiren McKenzie, artık gitme vaktinin geldiğini düşünüyordu. Kulüp doktorunun ona sakatlığı için verdiği ilaçları peşi sıra içerek ölüme yaklaşıyordu. Yavaş yavaş kendinden geçtiği sırada, yapması gereken çok önemli bir şeyi yapmadığını fark etti: Babasına veda etmemişti. Bu veda onun için bir kurtuluş olacaktı aslında. Babasıyla yaptığı telefon görüşmesini tamamlayamadan kendisinden geçmişti. Ertesi sabah gözlerini hastanede açmadan önce duyacağı son sözler de, 10 dakika içinde otel odasına gelen babasının sözleriydi: ''Şampiyon, uyan!''

Ertesi sabah hastanede gözlerini açtığında ise kendini öldürmeyi becerememiş ve hala depresyonda olan bir insandı. Ama onun da dediği gibi: ''Biz ne kadar istemesek de hayat devam etmeli.'' O da bu fikri hayata geçirmiş durumda görünüyor şu günlerde. İntihar olayından sonra açıkladığı emeklilik kararından Konferans Ligi ekiplerinden Corby Town ile imzaladığı sözleşme ile vazgeçti. İlerlemiş yaşı ve formsuzluğu sebebiyle daha üst seviyelerde futbol oynaması imkansız ama onun hayata ve ailesine tutunabilmesi için, bu oyun kuşkusuz çok önemli.

Dailymail'de yayınlanan, kitaptan alıntıları buradan görebilirsiniz.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Fenerbahçe 4 - Gençlerbirliği 1

Alınan bir galibiyetin 4-5 sıra atlattığı puan tablosuna sahip bir sezonun 13. haftasında Pazar akşamı saat 19.00'da ligin iyi hücum eden ekiplerinden Gençlerbirliği ile karşılaştı Sarı-Lacivertliler. Beşiktaş'ın Akhisar karşısındaki rahat galibiyeti ve Melo'nun moral bozucu katkısının üzerine maç yapacak olmak bir dezavantajdı kuşkusuz. Üstüne üstlük Alex'siz ilk Gençlerbirliği müsabakasıydı bu maç, Gençlerbirliği ile bir alıp veremediği vardı Büyük Kaptan'ın zira. Tüm bunlara rağmen maçın özelikle ikinci yarısında tüm takım bayrağı Alex'ten devraldı, sezonun en güzel futbolarından birini ortaya koyarak ligdeki en gollü galibiyetini elde etti.


Maç analizine Gençlerbirliğini tebrik ederek başlamak istiyorum. 43. dakikada hızlı gelişen bir atakta golü yiyene kadar Fenerbahçeli futbolcuların 3 pas dahi yapmasına izin vermeyen bir baskı kurdular. Bununla birlikte  bu durumun en az 5-6 pozisyonda Fenerbahçe'nin kalesine kadar etki etmesi Volkan'a da zor anlar yaşattı. Bir Anadolu takımının İstanbul'da bu kadar dirençli tam saha baskı yaptığına uzun dönemdir tanık olmamıştım, fakat sonuç olarak bu uygulama ikinci yarı Ankara ekibinin iyice oyundan düşmesine sebep olacaktı, devre biterken yenen gol de bu süreci hızlandırınca fatura ağır oldu.


Gençlerbirliği'nin bu sezon hücumda en büyük kozu kanat organizasyonlarıydı. Fakat durum önceden farkedilmiş olacak ki Aykut Kocaman önlemini almış gözüktü. Önceki maçlarda kritik bölgede köprü görevini iyi üstlenemediği için sıkça eleştirdiğimiz Baroni, bu maç rakip kanatlar kanada yakın ya da çizgide her topla buluştuğunda yardıma gelerek takım savunmasına büyük katkı sağladı. Hurşut Meriç iyi kullandığı koridorları bulmakta güçlük çekti, kenar hücumları çökünce Gençlerbirliği ofansı da çöktü. Üretilen iki net pozisyon da duran topla ortaya çıktı ki bunlardan birinin gol olması Gençler'in en büyük şansıydı. Devrenin bitimine iki dakika kala Meireles'in kaptığı topla driblingine başlayan Kuyt, Sow'un sağ taraftan yaptığı ısrarlı koşuyu farkedip muazzam zamanlama ile topu önüne bıraktı, Sow enfes vuruşuyla Başkent ekibinin kabusunun temellerini attı: 1-1. Sow'un skor dağılımına değinmek gerekirse benim her zaman tercih edeceğim bir gol rejimine sahip. Fenerbahçe'ye geldiğinden beri 2 gol birden attığı maç hatırlamıyorum, özellikle bu sezon istikrarlı bir şekilde teker teker gollerini atmaya devam ediyor. Defans oyuncusu kadar santraforun da istikrarı  önemli, olabildiğince fazla maçta skor katkısı yapan forvet, bir hafta hat-trick yapıp 1 ay yatan forvetten her daim daha değerlidir.


İkinci yarı devre kapanırken yenen golün de etkisiyle bambaşka bir Gençlerbirliği, dolayısıyla da bambaşka bir Fenerbahçe vardı. Oyunun üstünlüğünü tamamen eline geçiren Sarı-Lacivertliler Baroni'nin ısrarla sol bölgede top almaya başlamasıyla o kanattan atak üstüne atak geliştirdi, Gençler kalesine üçlü oyunlarla devre boyunca saldırdı. İkinci yarıda soldan gelişen 5 tane net organizasyon izledik,  biri Sow'un rovöşatası(Ramazan'ın şık kurtarışı Sow'un rovöşatayla gol bulma yüzdesini %40'lara düşürdü) ile, biri yine Sow'un 2. gol yasağı nedeniyle yaptığı isabetsiz vuruş ile, diğer ikisi ise golle sonuçlandı. Hasan Ali'nin hücumda en iyi yaptığı şey olan doğru bindirmelerinin de bu üretkenlikte payı yadsınamaz. Son golde çizgiye inmeyi tercih edip yerden kestiği orta için onu tebrik etmek isterim, zira diğer türlüleri pek nitelikli ortalar olmuyor genellikle.


Sezer-Topal değişikliği son derece mantıklı bir hamleydi, bu değişiklik yapılırken dakikaların 57'yi göstermesi de ayrı bir şaşkınlık sebebiydi. Sezer yine oyuna girdiği gibi sorumluluk almaktan çekinmeyen tarzını sahaya yansıttı, taşıdığı topta kazanılan serbest vuruşu Sow bekletmeden Meireles'e aktardı. Meireles'in futboluna daha öncelerden tanıklık eden herkes, driblingin üstüne o kadar rahat şut imkanı yakalarsa bunun sonucunda yaşanacakları az-çok tahmin edebilir kuşkusuz: 2-1. Bu dakikadan sonra iyiden iyiye dağılan Gençlerbirliği maç sonuna kadar hiçbir varlık gösteremedi, saniyeleri saymaya başladılar. Bana göre maçın yıldızı Baroni'nin arkadaşlarını hücumda çok doğru yerlerde topla buluşturması, yaptığı şık asist ve oyunun iki yönünü bu denli iyi oynaması onunla ilgili şüphelerimi yok edemese de ertelememi sağladı diyebilirim. Bununla birlikte 'Marsilya Fatihi' Bekir'in yakaladığı özgüvenin de etkisiyle sık sık hücuma destek vermesi ve topu oyuna iyi sokması, Sezer'in formunun devam etmesi, Sow'un bir eksiği olarak gördüğüm arkası dönük topları alıp bunları servis etmeye özen göstermesi, haftalardır özlemini çektiğim Semih Şentürk'ü oyunda görmek bir Fenerbahçeli olarak beni mutlu eden anektodlar oldu.

Fenerbahçe'nin ve Aykut Kocaman'ın her geçen gün olumlu gelişmeler kat ettiği bir gerçek. Fakat hala çözülmesi gereken problemler mevcut. Öncelikle Stoch'un formu son derece endişe verici. Son maçlarda ilk 11'de şans bulmasına rağmen bu durumu aleyhine çevirdiğini düşünüyorum. Geçen sezon iyi bir form yakaladığını belirtmek durumundayız, ama attığı insanüstü gollerin bunda payı çok büyük. Oyunun sürekli olarak  hiçbir zaman içinde değil, gereğinden fazla top kaybı yapıyor ve süratli olmasına rağmen sık sık oyunu yavaşlatıyor. Artık topu soldan alıp her sağa çektiğinde rakip savunma olacakları bildiğinden önlemini almış oluyor, en büyük hücum kozuna da büyük darbe almış durumda. Geçen sezon Alex'in yokluğunda forvet arkasında iyi işler yapmıştı aslında ama şuanki şablonda böyle bir fırsat yakalaması da söz konusu olmayacaktır. Bir dahaki maç oyuna direkt olumlu etki edemezse formayı Caner'e kesin olarak kaptıracağını söyleyebiliriz. Sezon başında kulübeden gelip çok daha verimli bir futbol ortaya koymuştu kendileri, umarım formu böyle gitmez. Şu Kuyt meselesine gelelim; çoğu Fenerbahçeli şuan Hollandalı'nın futbolundan memnundur şüphesiz. Ben de onun isteğini, asist ve golleriyle skora yaptığı katkıyı göz ardı edemem. Sezon sonuna kadar böyle oynasa kimseye şikayet hakkı doğmaz tartışmasız. Ama sezon başında Sow kulübedeyken tek forvet oynayan Kuyt'u hatırlayınca şuan sağ kanatta oyununun kalitesinin iki gömlek düştüğünü söylemeden edemiyorum. Bu formdaki Sow'u kesmek mümkün değil, çift forvete dönülse kulübenin yolu Baroni'ye görünür ki bu da oyun şablonunu değiştirecek ve her şeyi baştan kurmayı gerektirecektir. En azından takım fena gitmiyorken kimse buna cesaret edemez. Bu ikilem kesinlikle kafa yorulması gereken bir problem teşkil etmekte. Halihazırdaki şablon korunduğunda ise en büyük haksızlığa Milos Krasic uğruyor ve uğramaya devam edecek. Sakat olmadığını biliyoruz, transfer döneminde Aykut Kocaman'ın büyük isteğiyle takıma dahil edidiğini de. Ondan vazgeçmek fazla kolay olmadı mı? Sezona sakatlıkla başlamasına rağmen ilk 11'de çıktığı Antep ve Bursa maçlarında gayet etkili oldu, iki maç kötü oynadı diye süreklü kadro dışı kalması çok düşündürücü ki o maçlarda da aldığı toplam süre 55-60 dakika, en azından 18 içinde yer almalı. Hepsini geçtim bugün cezalı bir kanat oyuncusu varken bile kadroya dahil edilmemesi çok şaşırtıcı. O, iyi mi kötü mü olduğuna kanaat bile getirilemeyecek kadar az süre alan bir oyuncu olmamalı şüphesiz. Umarım bilmediğimiz birşeyler vardır aksi takdirde Fenerbahçe bu haksızlığın da bedelini ağır ödeyecektir. 

23 Kasım 2012 Cuma

Marsilya 0 - Fenerbahçe 1


Uefa Avrupa Ligi C Grubu'nda en yakın rakibiyle 2 maç kala arasındaki puan farkını 5'e çıkarmış olan bir Fenerbahçe düşünelim, zira böyle bir takım var. Bu takım Marsilya deplasmanından 1 puanla döndüğü takdirde son maç evinde Gladbach'tan 3 fark yemezse grubu lider tamamlayacak. Son olarak da bu takımın teknik sorumlusunun Aykut Kocaman olduğunu belirtelim. Tüm bu veriler ışığında 'Fenerbahçe Velodrome'a beraberliğe gidecek, maç boyu kendi yarı alanına hapsolup çaresizce gol yemeyi bekleyecek ve neticesinde mağlup olup geri dönecek' şeklinde bir tahmin yapsaydık, Türkiye saati ile 22.05'e kadar sanırım herkes bizimle aynı fikirde olurdu. Nitekim günümüz futboluna hakim normlar baz alındığında Marsilya deplasmanına beraberlik için gitmek hiç de mantıksız değil. Mantıksız olan taraf, Fenerbahçe futbol takımının son 1,5 senedir kendi alanına yaslandığı her maçın hüsranla sonuçlanması ve bu duruma bugüne kadar herhangi bir çözüm üretilememesiydi. Fenerbahçe bugün ilk defa böyle maçlarda aslında nasıl savunma yapılması gerektiğini anlamış gözüktü, bunun üstüne Bekir'in yaptığı eşek şakası da eklenince bu zorlu deplasman tadından yenmez bir Güney Fransa macerası olarak kulüp tarihindeki yerini aldı.


Aykut Kocaman normal şartlar altında 3 gömülü orta saha oyuncusu kullanarak orta alanı kalabalık tutma güdüsüyle maça başlayıp, ileride top tutma imkanını ortadan kaldırırcasına hareket ederdi. Sow tek başına rakip defansla dövüşür, Kuyt tek başına tam saha pres yapmaya çalışır, en az 8, bazen 10 oyuncusu ile kendi yarı alanına doluşur ve alan savunmasını becerememeye yemin etmişçesine sahaya kötü dağılırdı Fenerbahçe. Yarı  alanında bu kadar kalabalık olmasına rağmen rakip hücumculara herhangi bir tehdit teşkil edecek düzeye çıkamazdı takım savunması. Fakat Marsilya karşısında gerçekten yapılması gereken müdafaa yapıldı. İlk yarıda Fransız ekibinin kanatları kullanmayı pek fazla tercih etmemesi, bunun üzerine Sarı-Lacivertliler'in de diagonal anlamda topun yoğun olarak oynandığı alanı daraltması maçın gidişatına direkt etki yaptı. Marsilyalı oyuncular Fenerbahçe yarı sahasına girdiği anda bu daraltma sonucu temeli atılan Kuyt ve Caner'in yardımlarıyla ikili, kimi zaman üçlü baskılar yaparak rakibin top oynamasına izin vermedi. Baroni yine bölgeler arası bağlantıyı tam anlamıyla kuramasa da topu saklayıp takımının Marsilya yarı alanında çoğalmasını sağlayıcı hamleler izletti bizlere. Savunma yapmanın kendi sahasına doluşmaktan ibaret olmadığını, ileride top tutarak ve çok adamla yardımlaşmalı şekilde rakibe basarak çok daha sağlıklı bir defans futbolu oynanabileceğini anlamış gözüken Aykut Kocaman'ın öğrencileri, ilk yarıda Hasan Ali'nin ters kademede geç kaldığı ve Andre Ayew'in topu dışarı yolladığı pozisyon dışında neredeyse hatasızdı. Hasan Ali için birşeyler söylemek gerekirse savunmada her maç düzenli olarak yaptığı hataları bir kenara bırakalım, hücumda yaratıcılığının neredeyse sıfır olması Fenerbahçe'nin en büyük handikaplarından biri olarak son maçlarda dikkatimi çekmekte. Çizgide topla buluştuğunda çizgiye paralel attığı zorlama paslar ve bu pasları atmadan önce kendini şartlaması futbolunun kalitesini düşürüyor. Doğru bindirmeleri yapsa da açtığı ortalar genelde amaçsızca ve plansız, nitekim pozisyona dönüşmüyor. Ziegler'i çok aradığımı söylersem ona haksızlık etmiş olurum ama bu eksiklerinin üzerine gitmesi gerektiği kanaatindeyim.


2004 senesinden beri -Alex'in gelişine tekabül eder- Fenerbahçe duran toplarda, özelikle kornerlerde her daim tehlikeli bir takım olmuştur şüphesiz. Alex'in bu durumun oluşmasındaki payı tartışılamaz fakat duran toplardaki verim kadro yapısı ne kadar değişirse değişsin hiç azalmadı. Duran top Fenerbahçe takımında artık bir kültür haline gelmek üzere ve bu durum her yeni üyeye de sirayet etmekte, teknik ve mantıklı bir açıklama yapamıyorum fakat her şey ortada zaten. Geçen sezondan beri sanırsam Aykut Kocaman'ın çalışılmasını ısrarla istediği korneri pas ile kullanma mevzusunun nedenini anlamış değilim. Üstüne üstlük bu yöntem takımın duran toplardaki verimini gözle görülür şekilde düşürmekte, bugüne kadar bir fayda sağladığını görmüş de değilim. Bu taktiğin yanına geçen sezon Süper Final'de Beşiktaş maçında ilk defa denenen ve Egemen'in kendi kalesine attığı golle sonuçlanan ön direk çalışmaları da eklendi. Baroni ön direğe koşu yapan Gökhan'a yumuşak kısa bir orta kesiyor, Gökhan kafayla arkaya aşırarak bir hava topu karambolü yaratıyor, defansın dengesi bozulmaya çalışılıyor. Nitekim olumlu sonuçlar da verdi, pas ile başlama mevzusuyla kıyaslarsak fevkalade diyebiliriz. Fakat hiçbiri bugün dakikalar 40'ı gösterirken yaşadıklarımızla mukayese edilemez. Gökhan'ın kafa pasında penaltı noktasında topla buluşan Bekir'in topu göğsüyle yumuşattıktan sonra yaptığı şeye burada gerçekten değinmek istemiyorum, çünkü ne diyeceğimi bilemiyorum. Zaten olanları herkes gördü, Fenerbahçe devrenin bitimine 5 dakika kala 1-0 öne geçti diyelim, kafi.


Maçın ikinci yarısında tur için varını yoğunu ortaya koyması gereken, çok daha saldırgan bir Marsilya ile karşılacağımızı umuyorduk fakat Fransız ekibi Fenerbahçe'nin sağlam savunma kurgusunun ikinci yarının başında da devam etmesiyle beklenen reaksiyonu gösteremedi. Sarı-Lacivertlilerin direnci maç boyunca kırılamadı, bu da fizik olarak üst düzey bir takım yolunda ilerlendiğinin bir kanıtı olarak gösterilebilir. Ayew'in soldan gelen ortaya vurduğu kafa ve Gökhan-Bekir ikilisinin çizgiden çıkardığı top dışında kaydadeğer bir şekilde Fenerbahçe ceza sahasına giremeyen Marsilya çareyi devre boyunca şut atmakta aradı, son derece etkili şutlar da izledik fakat bu sefer de Volkan devredeydi. Maçın son 15 dakikası Fenerbahçe kalesi Marsilya tarafından ablukaya alınsa da skor değişmedi ve temsilcimiz 5. maçında 13. puanını alarak kendisine ait olan Türk takımlarının Avrupa kupalarında bir grupta en yüksek puan (15/2009-2010 sezonu Uefa Avrupa Ligi) toplama rekorunu kırmaya da oldukça yaklaştı.


Gladbach maçı 1. ve 2. belli olduğundan ötürü formalite maçına dönüşecekti ve maç sonu yaptığı açıklamaya kadar en büyük korkumuz bu maçta Aykut Kocaman'ın rotasyon yapmayacağı düşüncesiydi,  'Avrupa tecrübesi olmayan oyuncularımın şans bulacak' cümlesi derin bir oh çektirdi açıkçası. Marsilya karşısında sergilenen mental üstünlük rövanşlı maçlarda da sergilenebilirse, oynanan doğru futbol bugüne özgü kalmazsa bu takım Avrupa Ligi'nde rakibi kim olursa olsun iddiasını sürdürecektir. Daha fazlasını konuşmak için belki de şimdilik erken ama bu maçtan sonra Fenerbahçeli futbolseverlerin geleceğe umutla baktığına eminim. Hayal kırıklığına uğramamaları ise en büyük temennim olacak.

-MERT TEZCAN

22 Kasım 2012 Perşembe

Yerçekimsiz iktidar nelere mal olur?

''Bütün videolara baksınlar, sahada yirmiye yakın kamera var. Benim ağzımdan bir kelime çıktıysa lisansımı yırtarım. Ama çıkmadıysa da başkaları lisansını yırtsın. Eğer hakaret ettiğimi kanıtlarlarsa çocuğumun ölüsünü görmek nasip olsun bana.''


Malumunuz, geçtiğimiz cumartesi oynanan Eskişehirspor-Fenerbahçe karşılaşması son yıllarda tanık olduğumuz en tuhaf ve anlaşılmaz hakem kararlarından birine sahne oldu. Maç içinde ve sonrasında o kadar çok bilinmeyenli bir denklem haline dönüştü ki, olayların gidişatı, değerlendirilme ve kamuoyuna yansıtılma şekli tamamen çığrından çıktı; bu topraklarda alışık olduğumuz üzere.

Öncelikle bu yaşanan hatalar ve gaflar silsilesinin önce aksiyon içindeki ayağından başlamak gerek. Hakem Fırat Aydınus, maçın 27. dakikasında Veysel Sarı ve Caner Erkin'in içinde bulunduğu bir hava topu mücadelesinde, karşılıklı yapılan bariz iki faulü(Veysel Caner'in sırtına binerek ivmeleniyor, Caner de Veysel'i engellemek için kolunu gayrinizami şekilde yana açıyor; sadece arka kamera görüntüleri olduğu için dirsek atıp atmadığını söyleyemiyoruz) çalmayıp oyunu devam ettiriyor, ve sonrasında kim tarafından söylendiği belli olmayan 'lan'lı bir cümleyi duyup, kimin söylediğinden gayet emin bir şekilde Caner'i sonradan öğreneceğimiz üzere haksız bir kırmızı kartla ihraç ediyor. Maçın ertesi günü de Ersin Düzen'in Veysel Sarı ile birebir telefon görüşmesi yaparak(konuşmayı biz duymamış olsak da, Ersin Düzen gerek sosyal medyada, gerek televizyon ekranındaki dürüstlüğü ve temiz haberciliğiyle kendisine bu konuda yeterli güveni sağlayabilmiş bir kişidir) müthiş bir habercilik örneği gösterdiği konuşmadan da Caner'in tek kelime etmediğini, Veysel Sarı'nın kendisinin Caner'in faul yaptığını düşündüğü için pozisyon sonrası refleksif bir içgüdüyle ''Bunu da çalmayacaksan neyi çalacaksın lan'' dediğini öğreniyoruz. Bu noktada şu 'lan' meselesine birkaç kelamla açıklık getirmek gerek: Bu ülkede nüfusun çok büyük bir çoğunluğu, cümlesine çeşitli yakıştırma ve lakaplarla(hacı, kanka, oğlum, abi, vb.) başlayıp, cümlesini ünlem yerine kullanılan küfür veya argo kelimelerle sonlandırır. Bunun avamlıkla, eğitimsizlikle, görmemişlikle falan da alakası yoktur açıkçası, bu bir kültürdür ve toplumun içindeki cinsi grupların birbirine entegrasyonu sonucu bu diskur sadece erkeklere özgü olmaktan da çıkmıştır; dolayısıyla ne dilsel ne de sosyolojik bir ayıptan bahsedebiliriz. İçerisinde hafif bir dayılanma barındırması dışında, iyi tahlil edildiğinde ''Bunu da çalmayacaksan neyi çalacaksın lan?'' cümlesinin bir Türk oyuncusu tarafından kullanıldığında ''Bunu da çalmayacaksan neyi çalacaksın be adam!'' demekten pek bir farkı yok açıkçası. Zaten o kadar ağır bir karar ki, Veysel Sarı maçın ardından sıcağı sıcağına yaptığı röportajda ''Caner benim küfrettiğimi söylemiş ama ben bir şey söylemedim, Caner'in de bir şey söylediğini duymadım'' demişti. Ersin Düzen'le yaptığı mevzubahis telefon görüşmesinde ise şöyle trajikomik bir itirafta bulunacaktı kendisi:

''O pozisyondan sonra hakeme doğru ''bunu da çalmayacaksan neyi çalacaksın lan'' dedim. Maç sonrasında da küfretmediğimi söyledim çünkü sadece 'lan' demiştim. Caner'in kırmızı kart görmesinin sebebinin 'lan' kelimesi olduğunu bilmiyordum.''

Fırat Aydınus kendi yakın çevresinde nasıl bir jargonla konuşuyor bilmiyorum; fakat iki oyuncunun da maç içi/maç sonrası şaşkınlığının bu derecede olması bizi Fırat Aydınus'un kararının samimiyeti ve dürüstlüğüyle ilgili düşünmeye sevk ediyor. Hakem yönettiği maçın bir anlamda hem pozitif açıdan hem de vicdani açıdan yargıcıdır. Kararlarını oyuncuların ve maçın içinde bulunduğu koşullara göre yeniden gözden geçirmeye ve yorumlamaya hakkı vardır, olmalıdır da. Fırat Aydınus o pozisyonda Caner yerine o kelimeyi gerçekten kullanan Veysel Sarı'yı da -kendince haklı bir şekilde- oyundan atsaydı da, bu kararın ağırlığı değişmeyecekti.

Bu olayların ikinci ayağı ise, medya ayağı. Ersin Düzen'in dürüst haberciliğinden bahsetmiştik; fakat önümüzde utancımızdan yerin dibine girmemize sebep olacak bir örnek daha var: Ertem 'Bu adam neyin nesi?' Şener ve düstursuz televizyonculuğu. Bahsettiğimiz zat, bahsi geçen tartışmalı hakem kararı ve maçtan sonra, canlı yayında alakasız bir şekilde Fırat Aydınus'un özel yaşam alanını, apartman yöneticisiyle, komşularıyla, aidatıyla Beyaz TV ekranlarına koymakta sakınca görmeyip, bu yaptığı 'flaş' habercilikle böbürlenmeyi de ihmal etmedi. Bu yaptığı televizyonculuk kisvesi altındaki etik dışı hareketin affedilir tarafı yok maalesef. Ne söylesek boş.


Kontrolsüz yetki kullanımı sadece Ertem Şener ve Beyaz TV ile sınırlı değil tabii. Fenerbahçe Yönetimi ve Aykut Kocaman, maçtan sonra yaptığı açıklamalarda, '3 Temmuz'dan beri' sergiledikleri demagojik politikalara bir yenisini ekleyip, Fırat Aydınus'un bu kararının kasıtlı, planlı ve bilerek yıpratıcı olduğunu ima etmekten geri dur(a)madılar. Yaşanan sürecin zaten doğru ve kurallarına göre yönetilmediği bir gerçek; lakin Fenerbahçe camiası her ne kadar çeşitli itibarsızlaştırma politikalarına haksız bir şekilde maruz kaldıysa da bu süreç içerisinde hedef saptırmayı, yapay gündem yaratmayı, ''ben yaptıysam diğerleri on katını yaptı''cı büyük başkanını, ırkçı söylemde bulunan futbolcusunu, tartıştığı gazeteciyi evinden aldırmakla tehdit eden kaptanını savunmayı da ihmal etmedi hiçbir zaman. Bu olaydan sonra da şişirilmiş bir kibrin, her şeyi yapabileceğine inanan otoriter bir kurumsal anlayış biçiminin birleşmesi sonucu bittabi kendisini ''müşteki değil karar organı'' addetmekte de sakınca görmedi. Yönetim bu süreci yapıcı kılmaktan hala çok uzak; ama neyse ki Aykut Kocaman Marsilya maçı öncesi yaptığı basın toplantısında 'lan' kelimesi yüzünden bir oyuncunun atılmaması gerektiğini, ama bu hata yüzünden de Fırat Aydınus'un linç edilmesinin insani olmadığını söyleyerek hatasını biraz olsun telafi etmiş oldu. Fakat bazı şeyleri telafi etme konusunda hep bir sonraki fırsatı kollamayıp, o fırsatın ayağınıza gelmesini beklerseniz çok geç kalmış olabilirsiniz. Aykut Kocaman'ın çarşamba günü ancak yapabildiği yapıcı açıklamalar Fırat Aydınus'un Arsenal-Montpellier maçını yönetmek üzere havaalanına sivil polis koruması eşliğinde gitmesini engelleyemedi.

Fenerbahçe yönetiminin yaptığı şeyin aynısını, Eskişehirspor yönetiminden de görmek, olayın aslının gün yüzüne çıkmasını ve herkesin en doğru şekilde kendisine ders çıkarmasını önleyici bir etmendi. Gene Ersin Düzen'den öğrendiğimiz üzere, Eskişehirspor yönetimi Veysel Sarı'nın canlı yayına bağlanarak sahada yaşananların iç yüzünü anlatmasına izin vermemişti. Doğruları söyleyip, olağan şüpheliyi geç de olsa aklamaya çalışan oyuncusunun özgür iradesini bu şekilde yok saymak, 'medeni' ve 'gayet yaşanılabilir' yakıştırmalarıyla övülen bir şehrin birincil futbol kulübüne hiç yakışmayan bir hareketti.


Gene hassas temas gerektiren bir süreci, bayağılığımız ve avamlığımızla yüzümüze gözümüze bulaştırmış bulunuyoruz. Sürece o kadar çok eleman dahil oldu, ve bu elemanlar bütün etik ve vicdani normlardan o kadar bağımsız davrandılar ki, sonunda geleceği çok parlak olan bir hakemimize 'hakemliği bırakma' seçeneğini dahi düşündürtebildiler. Yapılanlar aslında yazının başında alıntıladığım, Caner'in maç sonrası takım otobüsünde FB TV'ye verdiği röportajdan bir kesitle başladı. Caner'in bu tepkisini anlayabiliyorum; fakat maç sonrası takatini koruması gerekirken hala gözdağı ve boyundan büyük yeminlerle tepkisini şekillendirmesi #düdüğünüasfırataydınus kampanyasını başlatır nitelikteydi. Ayrıca ne kadar suçsuz olursa olsun, yaptığı işi ne kadar önemsediği de hiç önemli değil, bir haksızlık sonucunda kendisini aklamak için çocuğunun ölüsü üzerine yemin etmeye ne gerek, ne de hakkı var Caner'in. Bunu yaparak aslında saha içindeki haklılığını da bir nebze olsun kaybetti Caner, takımının 10 kişiyle gösterdiği müthiş mücadele ve direnişin de önüne geçti böylece. Caner'in bu davranışının ön ayak olduğu galeyan halinden etkilenen Fırat Aydınus hafta içindeki maçta kötü bir performans gösterse, hadi tek bir maçı geçtim, gerçekten hakemliği bıraksa, ucundan da olsa Aydınus'un ekmeğiyle oynamış olmayacak mıydı? Halbuki maç sonrası haksızlığa uğradığını daha iddiasız ve büyük boylu laflar etmeden söyleseydi, Kuyt ve Meireles'in yaptığı gibi takımın müthiş mücadelesinden bahsetmeye biraz olsun zaman ayırabilseydi, buna Aykut Kocaman da çarşamba günü takındığı tavrın aynısıyla maçtan hemen sonra eşlik edebilseydi, ne Ertem Şener bu terbiyesizliği yapmaya cüret ederdi, ne de Fenerbahçe yönetimi o kibirli ve tehditkar bildiriyi yayınlardı. En nihayetinde yurt dışında ülkemizi başarılı bir şekilde temsil etmeye çalışan bir hakemimizi, hafta içi yöneteceği Şampiyonlar Ligi maçına kafası rahat bir şekilde gönderebilirdik; hatta hakemliği bırakmayı düşünmek yerine, yaptığı hatanın mahcubiyetiyle iç muhakemesini yapmaya fırsat bulup özür bile dilerdi.

Biliyorum; bazen çok fazla hayal kuruyorum.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Galatasaray 1 - Manchester United 0

Şampiyonlar Ligi'ndeki temsilcimiz Galatasaray 5. haftada evinde grubun liderliği garantilemiş ağabeyi Manchester United ile karşılaştı.Güçlü İngiliz temsilcisi İstanbul'a; Rooney, Van Persie, Nani, Ferdinand, Valencia, Giggs gibi yıldızlarını Manchester'da bırakarak geldi. Bu durum dünya çapında maça olan ilgiliyi azaltan bir durum olsa da Aslan'ın iştahını kabartıyordu. Gruptaki diğer rakiplerinin birbirleriyle oynadığı bu fikstürde kazanmak daha da önem arz ediyordu. Galatasaray cephesi de son haftalardaki kötü oyunu da olumsuz skorları da unutarak tamamen galibiyete odaklanmıştı. Çünkü 3 puan dışında ihtimal düşünülmüyordu. Gole olan ihtiyaçtan dolayı Ambarat - Riera ikilisi sol kanattaki yerlerini tekrardan aldılar ki oluşan tehlikeler genellikle bu tarafta oluştu. Bunlara değineceğiz. Savunmada Semih Kaya formasına kavuşurken hücumda ise özlenen isim Elmander 9 numaralı formasıyla sahadaydı.

Maça son haftaların aksine oldukça istekli başladı Galatasaray. Ancak bu istek oyunun başlarında biraz telaşla karışınca pozisyona girmekte zorlandık. Hemen başlarda belli olduğu üzere -başta Eboue ve Melo- özellikle yabancı oyuncular bu maça daha farklı hazırlanmıştı. Kabaca maç seçiyorlar diyebiliriz. Amrabat, Riera ve Hamit de önceki oyunlara nazaran daha diri gözüktüler. Ancak Elmander'in henüz istenen kıvamda olmaması ve Burak Yılmaz'ın orginazasyondan uzak oyunu ilk yarının başlarında topun ileride kalmasını engelledi.

Burak'ın dakikalar 5'i gösterdiğinde topla ilerlediği pozisyonda sağ tarafında müsait durumda olan Melo veya Hamit'e pası vermemesi olası bir fırsattan yoksun bıraktı Galatasaray'ı. Bu seviyedeki çoğu futbolcu henüz top ayağına gelmeden sağını solunu kontrol ederken, Burak'ın dripling halindeyken bile kafasını kaldırmaması saç baş yoldurtuyor.Neyse. Özellikle Melo'nun ve Amrabat'ın ilk dakikalarda verdiği sinyaller oldukça olumluydu. İki oyuncu da bu sezonki en iyi performanslarını sergilediler. Şu zamana kadarki form durumu ile bu form durumuna karşı lakayıt ve gereğinden fazla rahat tavırlarından sonra Melo'nun ciddiyete kavuştuğunu görmek ayrıca sevindiriciydi.

İlk yarı Danny Welbeck ile etkili aksiyonlar içine giren Manchester ceza sahasına yaklaşırken alışılmış paslarını kadro seçiminden dolayı doğal olarak yapamadı. Temsilcimiz ise 19. ve 21. dakikalarda Burak Yılmaz'ın kafa vuruşlarıyla pozisyon bulurken buna benzer atakların çoğu maçın adamları olan Riera ve Amrabat'ın sürklase ettiği sol kanattan gelişti (Ne ilginçtir ki maçın adamı Hamit Altıntop seçildi). Dakikalar 34'ü gösterdiğindeyse Galatasaray o ana kadar beklediği pozisyona girdi. Ancak Hamit-Burak-Selçuk ekseninde gelişen atakta toplar savunmadan döndü. İlginç bir not olarak atılan çoğu şutun rakip defanstan dönmesini eklemeliyiz. 43'te yine Welbeck ile gelişen atağın akabinde kazanılan kornerde bu kez Manchester United etkili oldu. Kullanılan köşe vuruşuna arka direkte iyi yükselen 94 doğumlu Nick Powell'ın yaptığı kafa vuruşunda top üst direkten döndü. Aynı anda taraftarların kalbi de uçurumdan döndü. İlk yarıda Amrabat'ın rakip kaleye 'akışları' da son derece etkiliydi. Bana kalırsa Jones ile girdiği ikili mücadelede karar penaltı olmalıydı.

Galatasaray ikinci devreye de istekli başlarken topun ileride kalmaması yine sıkıntı yarattı. Bunda maçın açık ara en etkisiz futbolcusu olan Elmander'in payı büyüktü. Ancak İsveçli'nin performansını yukarı taşıyıp yine en kilit elemanlardan biri olacağına olan güvenim devam ediyor. İkinci yarının ilk tehlikeli pozisyonunda her atağa çıkışında ortalığı karıştıran Eboue'nin yaptığı güzel ortaya müthiş bir koşuyla cevap veren Melo'nun kafa vuruşu maalesef kaleci Lindegaard'ın üzerine gitti. Futbola dönüş partisini golle süslemeyi eminim o da çok istemiştir. Neyse ki 53. dakikada aranan gole -açıklanamayacak şekilde- şu an için gol krallığında zirveyi paylaşan Burak Yılmaz'ın kafa vuruşuyla kavuşuldu. Duran toplardaki veriminin düştüğünden bahsettiğim Selçuk'un kendi ortalamasından daha iyi bir vuruş yapmasına, defansın hatası ve Burak'ın alışık olmadığımız net kafa vuruşu eklenince sonunda bizi galibiyete götüren gol gelmiş oldu. Maçın bundan sonrasına sarı-kırmızılıların enteresan gol yeme çabalarından, Hamit'in inanılmaz şutundan ve oyuncu değişikliklerinden başka pek bir şey ekleyemeyeceğim.

Riera, Amrabat ve Melo'nun performanslarıyla öne çıktığı, Hamit ve Eboue'nin daha derli toplu göründüğü bu günde alınan galibiyet dışındaki tüm şeyler teferruat kaldı. Futbolun hala tatmin edici olmaması da. İlk maçlardaki olumsuz skorlardan sonra -her ne kadar çok çok önemli futbolcuları gelmese de- Manchester karşısında alınan bu galibiyet Cim-Bom'u grup ikinciliği için bir numaralı favori haline getirdi.

18 Kasım 2012 Pazar

Euroleague 6.hafta değerlendirmesi

EL'de sürprizleri ve epik performansları bol bir haftayı daha geride bıraktık. Temsilcilerimizin performansı açısından çok memnun edici olmasa da, gerçek EL takipçilerini fazlasıyla tatmin eden bireysel ve takım performansları vardı bu hafta: Union Olimpija genç sloven guard ikilisi Prepelic-Blazic'in müthiş özgüvenli ve skorer oyunları ve son topta Jonathan Tabu'ya atış sırasında yapılan bariz faulün çalınmaması sayesinde Cantu'yu evinde 81-79 yendi ve grupta daha birçok sürprize neden olabileceğini gösterdi. 1990 doğumlu Blazic'in haftalardır beklenen patlamayı da gerçekleştirmiş olması ayrıca mutluluk sebebiydi. Blazic bu maçta 10/13 saha içi, 4/5 üç sayı ve 6/8 serbest atış isabetiyle 30 sayı gönderdi Cantu potasına. 92'li Prepelic de 13 sayı ile katkı verdi.
Bir başka spektaküler performans da Zagreb'de yaşandı. Bracey Wright'ın mucize üçlüğü ile ilk uzatmaya, Gelabale'in takipçiliği ile de ikinci uzatmaya giden maçta Cedevita Zagreb, şu ana kadar oynadığı oyunla Barcelona ile birlikte EL'nin en istikrarlı ve korkutucu takımı olan Zalgiris'i 108-106 mağlup ederek büyük bir sürprize imza attı. Gelabale bu maçta ruhunu parke üzerinde bıraktı desek yeridir sanırım. 43 dakika sahada kaldı ve 9/16 saha içi ve 5/5 serbest atış isabetiyle 23 sayı 10 ribaund 2 asist ve 1 top kaybı ile oynayarak verimliliğin en üst noktasını zorladı.
Bir diğer süpriz de Tel-Aviv'den geldi. Unicaja Malaga, Maccabi'yi deplasmanda 62-64 yenerek rakibinin galibiyet serisine de son vermiş oldu. Malaga ile birlikte 2009'da bıraktığı dört yıllık Hırvatistan macerasına da tekrar başlayan kocamış kurt Repesa önderliğinde, grubu 2. sırada bitirmek için çok önemli bir eşiği daha kayıpsız geçtiler.
Siena ise 0-3 ile başladığı EL'de son üç maçını kazanarak grupta kendine sağlam bir yer edinmeyi başarmış durumda. Bu noktada sanırım Bobby Brown'dan bahsetmeden geçersek ayıp etmiş oluruz. Sıkı NBA takipçilerinin '08-'09 ve '09-'10 sezonlarından hatırlayacağı bu oyuncu, iki sezonluk NBA macerasından, adı sanı bilinmeyen Avrupa takımlarına uzanan dört sezonluk düşüş hikayesinden sonra, yeniden toparlanan Siena organizasyonuyla muhteşem işler yapmaya başladı, ve daha uzun süre de duracağa benzemiyor. İlk iki maçtaki vasat performanslarına rağmen, 6 maçta ortalama 31 dakika sahada kaldı ve %50 iki sayı, %47 üç sayı ve %84 serbest atış isabet oranıyla 21.3 sayı ve 5.3 asist ortalamalarını yakaladı. Bu kadar çok topla oynayan bir oyuncunun yüzdesi bu kadar yüksekken aynı zamanda 1.8 top kaybı oranıyla oynaması da ayrıca alkışlanması gereken bir ayrıntı. Bobby Brown ve Jordan Farmar'a, EL arenasında unutulmaya yüz tutan 'skorer oyun kurucu' performanslarını tekrar bizlere hatırlattıkları için ne kadar teşekkür etsek az.
Panathinaikos ise Real Madrid'i evinde rahat bir şekilde mağlup ederek, Madrid'in kontrolsüz hücum oyununun savunma ekollerine karşı işe yaramadığını da kanıtlamış oldu. Çanlar Pablo Laso için yakın zamanda çalmaya başlarsa, hiç şaşırmayın. Diğer Yunan temsilcisi Olympiacos cephesindeyse işler yavaş yavaş yoluna girmeye başladı diyebiliriz. Son şampiyon, koç Bartzokas'ın Printezis ve Papanikolau'yu daha fazla ve daha verimli bir şekilde saha içinde tutmayı akıl etmesiyle işleri yoluna koymuş gözüküyor. Papanikolau son iki maçta, geçen seneki F4 performansına yaklaşan oyunlar oynadı. Onun ribaundlara vereceği katkı, Olympiacos adına çok belirleyici olacaktır.
Artık takımları, averaj hesaplarının da etkisiyle daha stresli maçlar bekliyor. Gerilimin yükselmesi de biz EL takipçileri için çok daha zevkli maçların yaşanacağının güzel bir habercisi sanki. Özellikle A ve B gruplarında, 3. ve 4. sıraları kapma mücadelelerinde kemik seslerini çokça duyacağız gibi duruyor.



BC Khimki 71 - 70 Fenerbahçe Ülker

FBÜ, Cantu'ya karşı oynanan utandırıcı oyunun yaşattığı özgüven kaybıyla ve McCalebb'den tamamen yoksun olarak gitti Moskova deplasmanına; ancak grup ikinciliği adına elini çok rahatlatacak bir maçı, oldukça moral kırıcı bir şekilde kaybetti temsilcimiz.


İlk yarı boyunca Andersen'in pnp ve pnr'leri, biraz da Bogdanovic'in kendisine ekstra önlem almakta geciken Khimki savunmasını hazırlıksız yakaladığı birkaç hamle sayesinde ayakta kalabildi Fenerbahçe. Pianigiani yönetiminde, savunmada işlerin kusursuzlaşması adına FBÜ gibi yeni kurulmuş bir takımın daha çok zamana ihtiyacı var; fakat çok basit konularda hala çok güdük kalındığı bir kez daha görüldü: Batiste boyalı alan sathını savunmakta hala çok kötü, içeri kat eden kısa oyuncuları çok fazla arkasına kaçırmaya devam etti bu maçta da. Ve açıkçası Fenerbahçe bu zafiyeti gidermek için Batiste'in form yakalamasını beklememeli; çünkü takıma gerçekten çok zarar veriyor. Topsuz adamı ve koşusunu savunma konusunda takımı çaresiz bırakmasının yanında, Ribaundlara da katkısı minimum seviyede kalınca Batiste'i seyretmek belki de ilk defa bu kadar katlanılmaz oluyor. Pota altındaki bu sorunu çözmek için Oğuz ve İlkan daha fazla süre alabilir(özellikle Oğuz, kendisi gibi yavaş pota altı oyuncularına sahip Khimki karşısında yıldızlaşabilirdi bu maçta), almalı da.


Ayrıca Khimki gibi pota altında görece yumuşak bir takıma karşı dönem dönem yaşanan ribaund problemlerinde de çok net anlaşıldı ki; FBÜ Mirsad'ın -ve sadece geçen seneye özgü olmak üzere Gist'in- ribaundlardaki sigortasına o kadar çok bel bağlamış ki, özellikle Bogdanovic, Ömer ve Preldzic potadan dönen toplarda eskisi gibi güvenli fast-break'e çıkamıyorlar; Khimki karşısında da oyunda kaldıkları süre içerisinde sürekli tetikteydiler. Geçen seneki kaotik ve tuhaf oyun anlayışı içinde bile bu oyuncular en azından hücuma hızlı(ya da en azından güvenli) çıkma konusunda neredeyse hiç sorun yaşamıyorlardı.

Batiste'in yanında bir diğer 'tıpa' görevi üstlenen oyuncudan da bahsetmek gerek: Bremer. Sene başından beri takımla yaşadığı uyum sorununu burada defalarca yazdık; fakat Fridzon gibi diz kapakları eskimiş, ayakları yavaşlamış bir guard'a karşı bile set temposunu bu kadar düşürebilmeyi başarabiliyorsa, bize de sadece onu alkışlamak düşer. Bremer'ın yerine Barış da -sadece ilk yarı için geçerli- çözüm üretebilecek bir alternatif olamadı maalesef; Preldzic de oyun zekasını top dolaşımı için yeterince iyi kullanamayınca, ilk çeyreğin sonlarında ve ikinci çeyrekte skor 31-20 Khimki lehine olduktan sonraki kısa sekans dışında, FB hücumda yerlerde süründü; üstüne Ömer, Bogdanovic ve Barış gibi cezalandırıcılar da yay gerisinde topla hiç buluşamayınca, Khimki'nin ilk yarıyı önde kapaması için fazla bir şey yapmasına gerek kalmadı.

3. periyodun sonunda, çeyreğin başında skor yükünü çeken Andersen ve Bogdanovic'in yanında diğer isimleri de hızlı set temposu içinde kullanabilmek adına Pianigiani çok doğru bir hamleyle boyalı alan savunmasından tamamen feragat ederek 4 kısaya döndü ve Fenerbahçe son bölümde McCalebb'siz kadrosunun hücumda yapabileceğinin en iyisini yapmayı başardı. Fenerbahçe de, Türk takımlarının artık kangrenleşmiş ''Şartlar uygunsa, 'potaya uzak mesafeli şutla değil, toplu penetreyle ya da hızlı paslarla boş adamı bularak ulaşma'yı akıl edememe'' sorununu yaşadı bu maçta. Maçın bu bölümünde, savunmayı tamamen riske eden Fenerbahçe'nin aslında doğru bir hamle yaptığını söyleyebiliriz; çünkü Fenerbahçe pota altını savunma konusunda güdük kaldıysa da, yetenek seviyesi yüksek olmayan Khimki kısalarını dört kısalı rotasyon sayesinde zaman zaman top kaybına zorlamayı da başardı.


İstikrarlı bir hücum performansının yanına, savunmada da kontrollü bir şekilde topa baskı yaparak 61-60 öne geçerken FB maç sonuna kadar önde götüreceğinin sinyallerini çok güçlü bir şekilde veriyordu; fakat tam o anda bir Khimki hücumunda Andersen ve Fridzon arasında yaşanan ribaund mücadelesinde hakemin yanlış kararı sonucu top Khimki'ye geçti ve FBÜ o anda çok tuhaf bir şekilde bütün maç konsantrasyonunu kaybediverdi. Gene de Ömer'in ve Barış'ın soğukkanlı oyunu ve Andersen'in takipçiliği sayesinde son hücuma 70-69 önde girdi Fenerbahçe. Fakat Eurobasket 2013 elemelerinde iç sahada İtalya'ya son saniye basketiyle 82-83 kaybedilen maçtan bile daha dramatik(dramatik hafif kalıyor farkındayım) bir son yaşandı. İlginçtir ki Fenerbahçe EL'de ilk defa ribaund üstünlüğünü rakibine kabul ettirdiği bir maçta, üç oyuncusunun savunma ribaundunu bir türlü alamaması sonucu maçı kaybetti. Hatayı hakemde, 24 saniye tabelasında, FB'nin son hücumunda topu erken kullanan Andersen'de, ya da maçın son bölümünü çok olgun oynayıp, son hücumda ne yapılmaması gerekiyorsa onu yapan Barış'ta arayabilirsiniz; fakat şu bir gerçek ki Fenerbahçe bu maçı hakikaten çok sarsıcı biçimde kaybetti. Cantu ve Karşıyaka yenilgileri üstüne böyle gerilimi son ana kadar yüksek geçen bir maçı kazanmak, takımın toparlanmasını hızlandıracaktı fakat aksi durum söz konusu olunca da yaşattığı zararlar misliyle artıyor. Önümüzdeki günlerde FB'nin tecrübeli (yaşlı demek istiyorum ama ayıp olacak) ellerine çok ihtiyacı olacak; zira böyle bir yenilgi serisinden yakayı sıyırmak pek de kolay iş değil, başınızda Pianigiani olsa bile.


Ancak; eğer Pianigiani ve oyuncular maçın muhakemesini kendi içlerinde iyi yaparsa, özgüven kazanmaları adına çok önemli ipuçları bulacaktır. Birincisi, Fenerbahçe EL'de ilk defa ribaundlarda rakibine(her ne kadar rakip pota altında hayli zayıf olsa da) üstünlük sağlayarak(36-33) maçı bitirdi, bu ilerisi için motivasyonu arttıracaktır. İkincisi, Andersen, Loncar gibi ekmeğini taştan çıkaran bir savunmacıya rağmen, ilk defa hücumda dominant bir skorer oyun sergiledi. Üçüncüsü de, eğer Pianigiani kulaklarını ve gözlerini kapamaya devam etmezse, Barış'ın McCalebb dönene kadar ilk 5 başlayacağı müjdesidir. Bu maçta da ne yazık ki çok geç açıldı ve Bremer'dan sadece dört dakika daha fazla(18 dk) sahada kalabildi; fakat penetre oyununu bile Bremer'dan -hem de maçın kriz anlarında- iyi uygulayabildiyse, bundan sonra Bo'nun yokluğunda hala daha ilk beşe yerleşemezse Pianigiani'ye gidip sağlam bir 'öeh be hacı' çekse yeridir.

FB Ülker için ilk dört dışında kalmak şu an için pek mümkün gözükmüyor; fakat eğer grup 3. ya da 4. sırada bitirilirse, en azından taraftar kanadında sene başındaki F4 hayalleri fazlaca sarsılacaktır. Pianigiani'nin acilen hücum planlarını Preldzic'in ve Barış'ın merkezinde, set temposunun da daha yüksek olduğu ve özellikle Andersen ile Bogdanovic'in maç boyunca sıcak kalmasını sağlayabilecek bir sistem dahilinde değiştirmesi gerekiyor.

-BERK ÇETİN



Partizan 85 - 72 Beşiktaş JK

Temsilcimizin gruptaki Partizan maçlarının averaj mücadelesini bir sayı farkla önde bitirmesi perşembe gecesi için bizim için avuntudan başka bir şey olmadı. Aslında şu an gruba göz atıldığında üçüncü sıra için Beşiktaş'ın asıl zorlu rakibinin Partizan değil de Bamberg olduğu görülebilir fakat en kötü senaryoya da hazırlıklı olmak adına dördüncülük için Partizan iç sahada Rytas'tan bir maç daha fazla oynayacak ve Rytas'a göre saha içinde bir avantajları var: yetenekli genç arkadaşlarına liderlik yapabilecek bir Westermann.

Maça geçtiğimizde Beşiktaş'ta en çok eleştirilmesi gereken yönleri saymakla bitiremiyorum. Maça tamamen kayıplarda başlansa da ilk çeyrek sonunda bir momentum yakalandı ve fark 5 sayıda tutuldu; fakat ikinci periyotta yenilen 24 sayı içler acısıydı. Beşiktaş sadece CSKA(24-3.Çeyrek) karşısında ve son çeyreği oynanmasa kimsenin itiraz etmeyeceği Bamberg(29-4.Çeyrek) maçında bir çeyrekte bu kadar sayı yemişti.

Hücumda yetenekleri kısıtlı olmasa bile o yeteneği oyuna çeviremeyen bir takıma sahipseniz yapmanız gereken iki-üç şey vardır. Faul alıp serbest atış çizgisine giderek kolay sayı bulmak, ki bu seçenek açıkçası Beşiktaş için hiçbir zaman ilk seçenek ol(a)mayacaktır; çünkü EL'nin en kötü serbest atış yüzdesine sahip Prokom'un bir sıra üstündeler. O yüzden pick&roll oyunu ilk seçenek olmalıydı bence ama PnR dediğimizde de akla ilk gelen oyuncumuz Tutku'dan yoksun olarak mücadele ettik. Son seçenek olarak ise çok hareketli ve sert bir savunma ile rakibi yıpratıp topu oyuna olabildiğince hızlı sokmak ve atletik oyuncularınızla skor bulmaktır. Maalesef Beşiktaş bu üç seçenekten hangisini yapabildi diye sorarsanız hiçbirinde beklenenin yarısı kadar verimlilik gösteremediğini söyleyebilriim. %44(8-18) ile serbets atış atarken rakip bizim çizgiye geldiğimiz sayıdan dört fazla isabet buldu ama perşembe gecesi tek ve en önemli sorunumuz bu değildi. Defalarca farkın tek hanelere hatta 5'in altına indiği vakitlerde yapılan amatörce top kayıpları ve hücum faullerin dönüşünde yediğimiz sayılar bizi tam anlamıyla bitirdi; bunun da en önemli sebebi konsantrasyon problemiydi.

Tüm temsilcilerimizde ortak olan bir sorunu da belirtmeden geçmeyeyim. Bütün takımlarımız şu ana kadar rakiplerine inanılmaz sayılarda ve basitlikte ofansif ribaund verdiler. Sadece bu alandaki zafiyet yüzünden kaybedilen maçlar var. Bu konuda Efes daha az sorun çekiyor ama Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin hali içler acısı.


Bu sene tamamen değişmiş takımın TBL'de olsun EL'de olsun sayı ortalaması 70-75 civarında. Erman Kunter'in bu aralığı 75-80'e çıkarması için bazı kolay ve etkili set hücumları çizmesi gerekli çünkü şu ana kadar gördüğüm kadarıyla skorer olması beklenen Dasic ve Christopher'ın açılması için daha çok beklenir. Bu iki oyuncuyu da oyuna katmanın bir yolu bu sene Miami Heat'in oldukça başarılı bir şekilde sergilediği, dip çizgiden Wade ve Lebron'la yaptıkları penetreler olabilir. Beşiktaş kalburüstü şutörlere sahip bir takım ve Jerrels, Muratcan gibi potaya gidebilen ve boş şutörü rahatça bulabilen iki oyuncusuyla Markota, Christopher, Serhat, Cevher ve Dasic'e , çizginin gerisine, çıkarılan topların sayı olma olasılığı oldukça yüksek. Keza hücum ribaundlarında mücadeleden kaçınmayan Falker ve Vidmar ile ikinci şans sayılarının zorlanması Beşiktaş'ın hem geriye kolay dönmesini sağlayacaktır hem de Kunter takımı için düşük sayılabilecek sayı tavanını biraz olsun yükseltebilir. Hücum varyasyonlarını ilk beşi değiştirerek zenginleştirmek de mümkün fakat bu kısıtlı rotasyon Kunter'in elini kolunu biraz bağlıyor.

Dasic ve Christopher'a ayrı bir parantez açmak istiyorum. Dasic oyunda kaldığı sürede (11 dk.) 3 adet top kaybı ve 3 hücum faulle toplam 6 atağımızı hiç etti ve üzerine çok kolay bir turnike ve bir tipi bitiremedi. Christopher ise bu sene Jerrells'ın yanında takımı sırtlayacak isim olarak getirilse de ne Antalya BB'deki ne de Cholet' deki istatistiklerinin yanından bile geçmiyor. Beşiktaş belki şu an bu iki oyuncudan yüzde yüz performans beklemiyor fakat eğer olursa, TOP-16'da Beşiktaş hala formsuz Christopher ve sorumsuz Dasic'e mahkum kalırsa şüphesiz EL'ye kötü bir şekilde veda edecektir.


Partizan'a değinmek gerekirse, ekonomik kriz sebebiyle EL takımlarındaki gençleşme furyasının başka bir örneği olmaları ilk maçtan beri onları frenlemedi. Galibiyet alamadan bitirdikleri ilk etap maçlarında, sadece deplasmandaki Beşiktaş maçında farklı yenildiler ve kalan bütün maçlarda Barça'ya da CSKA'ya da çok zor anlar yaşattılar. Westermann gibi çok özel bir genç yeteneğe sahipler ve şu ana kadar özellikle hücumda tüm potansiyellerini sahaya koyuyorlar. Tecrübesiz olmaları maç kaybetmelerindeki en önemli sebep, keza bitap durumdaki Beşiktaş'a bile maçı 3-4 kez altın tepsiyle sundular. Beşiktaş'a nazaran müthiş savunma yaptılar ve Jerrells'ı olabildiğince boyalı alan dışında tutmayı başardılar, böylece pas yeteneği düşük olan diğer oyunculara bol bol pas arası yapıldı; zaten bu sene EL'de maç başına 8 top çalma ortalaması ile oynuyorlar ve bu alanda ilk üçteler. Bakalım biz ne zaman Jerrells'tan bu defansif çabayı görebileceğiz(Eşleşmesi Westermann 8 asist ve 13 sayı ile oynadı)? Musli ve Lucic de birkaç yıl içinde çok özel oyuncular olmaya adaylar ve bu üç oyuncu temeline sahip etrafı zenginleştirilmiş bir Partizan seneye -şansları da yardım ederse- rahatlıkla TOP-16 yapıp daha ilerisini zorlamaya başlar.


Erman Kunter'e de şu ana kadar yarattığı sinerji ve oyun anlayışı için saygı duymamak elde değil fakat benim arzum bu takımı daha iyi hale getirmek için bir süreliğine Dasic'in EL'deki dakikalarını azaltması ve Christopher'ı oyuna katacak setler çizmesi. Gerekirse Tutku ve Muratcan'ın dakikalarını biraz arttırıp Christopher'ı bu oyuncuların çevresinde tutabilir; çünkü top Jerrells'ın elinde olduğu sürece bu Christopher'ın hayrına olmuyor. Savunmada ise maçın bazı anlarında rakibe ve sahadaki ilk beşe göre 1-3-1 alan savunması denenmesi kesinlikle hücumdaki etkinliğimizi aynı oranda arttıracaktır. Beşiktaş, bu mağlubiyet sonrasında grupta kendine yer edinme yarışında rakibinin Partizan olması halinde de daha rahat olacaktır. Zaten gruplarda 1. ve 2.'lik imkansız, 3. veya 4. olmak arasında da pek bir fark yok. Yine de umarız ki 3. olur ve EL'deki ilk yılında böyle bir performans gösteren bir takıma iyi bir sponsor bulunur.

-MEHMET UMUR



Anadolu Efes 77 - Emporio Armani Milano 71

Euroleague'in 6. haftasında temsilcimiz Anadolu Efes, sahasında İtalyan temsilcisi Emporio Armani Milano'yu ağırladı. Önceki gece diğer iki temsilcimizin kaybetmesinden sonra Efes'in yüzümüzü güldürmesini bekliyorduk. Milano kendisi açısından daha da kritik olan bu maça en önemli kozlarından Ioannis Bourousis'in eksikliğinde çıktı. Efes cephesinde ise Stanko Barac'ın sakatlığı devam ediyordu. Koç Oktay Mahmuti ilk beşte bir takım değişiklikler ile başladı maça. Son maçlarda hücuma katkı verememesinin dışında asli görevi olan savunmada da tatminkar bir oyun sergileyemeyen Sinan Güler kenarda başladı. Onun yerine sürelerinin artması gerektiğini düşündüğüm Sasha Vujacic ilk beşteydi. Kerem Gönlüm de beklentilerden "hala" uzak olan Dusko Savanovic'in yerine 4 numarada görev aldı. İtalyan ekibinde Bourousis'in yokluğunda Maccabi'den hatırladığımız Richard Hendrix pota altındaki yerini aldı.



Maça İstanbul'daki çoğu maçta olduğu gibi (Zalgiris maçı hariç) Efes rüzgarıyla girildi. Kapılan toplar ve atılan fast-break sayıları ile fark temsilcimiz lehine açıldı. İlk dakikalarda Alessandro Gentile de sakatlanınca Milano uzun rotasyonu Bourousis'in olmadığı bu maçta ciddi bir darbe aldı. İlk üç dakikada 14-6'lık bir skor yakalayan temsilcimiz karşısında tecrübeli koç Scariolo takımının soğukkanlı kalmasını sağladı ve oluşan fark Milano'nun savunmasını sertleştirmesine binaen giderek azalmaya başladı. Özellikle Richard Hendrix, ilk çeyrekte bulduğu 8 sayıyla pota altı rotasyonunun noksanlığını hissettirmedi. Ancak periyodun bitimine 3 dakika civarında bir süre varken 2 faul alıp kenara geldi.

Sergio Scariolo da önceki maçlarda Efes'e uygulanan panzehirden vazgeçmedi. Ne demek bu? Sezonun açılışından beri vurguladığımız Mahmuti'nin ve Efes'in mentalite değişikliği olan yüksek tempolu oyununa izin vermeyerek oyunu olabildiğince ağırlaştırmak demek. Hücumda topu erken atmayıp, savunmada geçildiğinizde faul yapmak demek. İtalyan ekibi de özellikle ilk yarı sert savunma yaparak bir anda müdafaaların ön plana çıkmasını sağladı ve -ilk 3 dakika hariç- bunu başardı. Genellikle istikrarsız bir görüntü çizen Armani Milano'nun ilk dakikalardaki Efes rüzgarını sakince göğüslemesini ise tamamen koç başarısı olarak görüyorum. Ne kadar tecrübeli olsa da guard Omar Cook, kriz anlarını yönetemediğini Valencia'da kanıtlamıştı. İkinci periyot hücumda da doğru tercihler yapmaya başlayan Milano 5-0'lık bir seri yakaladı ve öne geçti. Efes'te ise üst üste yapılan top kayıpları (ki genelde bunları takımı sırtlamasını beklediğimiz Jordan Farmar yaptı) ve kötü şut seçimleri ivmenin tamamen Scariolo'nun ekibine geçmesine sebep oldu. İkinci periyodun 9.5 dakikalık bölümünde yalnızca 5 sayı bulan ekibimiz, ciddi hayal kırıklığı yarattı. Çeyrekte ise toplamda yalnızca 7 sayı bulabildik. Buna karşılık istikrarlı bir şekilde iki periyotta da 18 sayı atan Milano 9 sayılık farkı yakaladı. Hücum tıkandığında direksiyona geçmesini beklediğimiz Farmar oyuna bir türlü dahil olamazken, Savanovic ve Gordon gibi oyuna liderlik yapabilen diğer önemli oyuncularımız da çok tutuktu. İlk yarıda direnen ve çırpınan tek oyuncu ise 35'lik Kerem Gönlüm'dü (İlk yarı 8 sayı, 7 ribaunt ve 2 asistle oynadı). Onun bu direnişi Efes'i maçta tuttu.



İlk yarıda akıllarda kalan başka notlar da vardı. Bourousis ve Gentile'nin yokluğunda daha çok pick'n pop oyunuyla dışarıdan şut atması beklenen Melli ve Fotsis, boş pozisyonlardaki kötü şut yüzdeleriyle takımlarının farkı arttırmasına ket vurdular. İtalyan ekibi ilk yarı toplamda 4/14 üç sayı yüzdesiyle oynadı. Efes cephesinde ise yapılan 11 top kaybı ve 6/11 olan serbest atış yüzdesi göze batan olumsuz istatistiklerdi. Bir gece evvel Vidmar'ın Beşiktaş'a faul çizgisinden verdiği zararı geçmeyi hedefleyen Semih, bu olumsuz istatistikte başı çekti. Ayrıca nispeten yumuşak olan Milano pota altına karşı KG'nin (yanlış anlaşılmasın Kevin Garnett>Kerem Gönlüm) yaptığı etkiyi yapamadı.



Soyunma odasındaki konuşmada muhtemelen önceliği savunmaya veren Mahmuti'nin ekibi, üçüncü çeyreğe daha sert müdafaa yaparak başladı. Hücumda da içeriye inen toplarla rakibin faul sayıları giderek yükseldi ve Vujacic'e dışarıdaki baskı azaldı. Maça iyi başlayan Hendrix de bu arada dörtledi ve bir daha sayı kaydedemedi. Hücumda liderliğe soyunan Vujacic'in savunmada da takımı ateşleyen oyuncu olması beklenmedik bir gelişmeydi. Özellikle periyodun başlarında yaptığı blok Ron Artest'i andırdı. Çarkların işlemesiyle birlikte -üst üste yapılan iki backcourt violation sayılmazsa- direksiyona tekrar Efes geçti. Vujacic üst üste bulduğu 10 sayıyla 3. çeyreğe damga vuracağını gösterdi ve yakalanan 14-4 seriyle Efes tekrar öne geçti. Uzun rotasyonunda ise Ermal Kuqo, Batista'nın ilk yarıdaki felaket performansından sonra süreleri Uruguaylı'dan çaldı. Dışarıdan Sasha içeriden de Ermal'le sayılar bulan ekibimiz savunmada da sertliğin dozajını arttırınca ne kadar potansiyelli bir takım olduğunu gösterdi. Bu kez seriyi soğukkanlı karşılayamayan Milano'da ise dışarıdan atılan şutlar kaçmaya devam ederken Langford ve Hairston bireysel yetenekleriyle skor yapmaya çalıştılar. Ancak özellikle Langford, Vujacic'in savunmasında rahat pozisyon bulamadı (Vujacic'in savunmasını övmek beni ne denli mutlu ediyor anlatamam). Jamon Lucas'ın son saniyede basket-faulden 3 sayı bulmasıyla beraber çeyrekte 27 sayı bulundu ve Efes kimliğine döndü. Ancak Sasha Vujacic'in rüya gibi bir periyot geçirdiği gerçeği her şeyin ötesindeydi. Vujacic bu çeyrekte 16 sayı bulan rakibe karşı 17 sayı buldu.


Son periyoda da iyi başlayan temsilcimiz Scariolo'ya mola almaktan başka çare bırakmadı. Ermal pota altında çok etkili başlayınca ve Vujacic'in 3 sayı yağmuru devam edince fark 11'e kadar yükseldi. 9 dakikada 5 faul yapmasına karşın ayağa kalkıştaki başlıca katalizörlerden olan Ermal, bu serideki ana elemanlardandı. Moladan 6-0 ile dönen Milano yine de Vujacic rüzgarına direnecek dirayeti gösteremedi. Önceki hafta kalplerimizi oldukça kıran Popovic'e nazire yapan Sasha toplamda bulduğu 29 sayının 27'sini ikinci yarıda bulurken bu sayıların 18'ini üç sayı çizgisinin gerisinden buldu. Son saniyeler averaj hesaplarıyla ve taktik faullerle geçti. İlk maçta rakibine 5 sayı farkla mağlup olan Efes, ikinci yarıda bulduğu 50 sayıyla rakibini 77-71 yenince averaj üstünlüğünü de eline almış oldu.

-OZAN KEBAPÇI

Gençlerbirliği 1 - Sivasspor 1


Bu sezon evindeki ilk mağlubiyetini iki hafta önce sürpriz bir şekilde Elazığspor'a karşı  alan Gençlerbirliği, İç Anadolu derbisinde Sivasspor'u yenerek taraftarına bir galibiyet hediye etmek istiyordu. Bu düşünceyle maça iyi başladıklarını da söyleyebiliriz. 19 Mayıs Stadı'nda oynadıkları maçlarda rakibe ön alanda uyguladıkları baskı, oyunlarının bir karakteristiği haline geldi. Bu karşılaşmaya da bu baskıyla başladılar. Kalelerinde golü görene kadar bu sayede birkaç önemli pozisyon da elde ettiler. İlk tehlikeleri seri paslar sonucu Petrovic'in ceza sahasının hemen dışından kaleye gönderdiği şuttu. Bu pozisyon onların özgüvenini de yukarı çıkardı. Maçın 12.dakikasında bu kez daha ciddi bir tehlike vardı Sivasspor kalesinde. Lekic'in güzel pasında, Tosic topu Zec'e bıraksa şimdi çok daha farklı bir maçı konuşuyor olurduk. Hemen bu pozisyonun akabinde ise, Hurşut'un harika pasında bu defa Lekic golü yapamayan isimdi.



Maçın 19. dakikasına geldiğimizde ise günün başrol oyuncusu sahneye çıktı. Hüseyin Göçek ceza sahasının sağ çaprazında Hurşut'a yapılan net penaltıyı göremedi ve hemen pozisyonun devamında gelişen atakta, uzun bir dribbling sonucu şık bir vuruşla Pedriel takımını 1-0 öne geçirdi. Göçek ile birlikte pozisyona çok yakın olan yan hakemin de pozisyonu doğru süzememesi enteresandı. Her ne kadar hakemleri konuşmayı ve eleştirmeyi sevmesem de, dün akşam Göçek'in maçın sonucunu doğrudan etkilediğini söylemeden geçersem eksik bir değerlendirme yapmış olurum. Yaptığı bu hata ile tribünlerin büyük tepkisini çeken Fifa kokartlı hakemimiz bu dakikadan sonra da, yarattığı bu kriz ortamını iyi yönetemedi.

Yenilen bu golden sonra planları alt-üst olan Fuat Çapa oyuna ilk müdahalesini biraz da mecburi bir şekilde yaptı. 41. dakikada sakatlanan Petrovic'in yerine Jimmy'i oyuna alarak hücumu biraz daha fazla düşünmeyi planladı. İlk yarı bitmeden ikinci değişikliğini de yapan Çapa, Serkan-Curri değişikliği ile sağ beki Mehmet Sedef'e emanet etti.



İkinci yarıya şoku biraz olsun atlatmış bir görüntüyle çıkan kırmızı-siyahlılar, karşılarında beklenildiği gibi iyi kapanan bir Sivasspor buldu. Rıza Çalımbay, 51. dakikada yaptığı Mehmet Nas-Erhan Güven değişikliği ile takım savunmasını biraz daha güçlendirmek istedi. Gençlerbirliği'nin aradığı golü bulamaması ile birlikte; Çalımbay, Chahechouhe-Adem ve Ziya Hayrettin değişikliklerini yaparak takımının direncini biraz daha artırdı. Ancak Rıza Hoca'nın son değişikliğinden 3 dakika sonra, ilk yarıda yaptığı hatanın ardından oyunun kontrolünü bir türlü sağlayamayan Göçek bir kez daha sahneye çıktı. 70. dakikada soldan ceza sahasına giren Jimmy'nin yerde kalması sonucu, olmayan bir penaltıyı çalarak kendi adaletini sağlamaya çalıştı. Topun başına geçen Hurşut, penaltıyı gole çevirerek skora dengeyi getirdi. Bu gol Gençlerbirliği'ni galibiyet için umutlandırdı. Ancak maçın geri kalan kısmında galibiyet golünü bulamadılar.

Kendi sahasında oynadığı son iki karşılaşmada ( Elazığspor ve Sivasspor ) oyuna etkili başlayan Gençlerbirliği, buna rağmen evinde galibiyete hasret kaldı. 19 Mayıs Stadı'nda üç maçtır kazanamayan al-karalar, Galatasaray maçını bir kenara koyacak olursak; iyi başladıkları iki mücadelede dış faktörlerle galibiyeti kaçırdılar. Elazığspor maçında 10 kişi kalmaları ile birlikte oyun disiplininden kopmuşlardı. Dün ise Hüseyin Göçek'in hatalı kararları onların oyununu doğrudan etkiledi. Ancak buna rağmen, liderle aralarında sadece 4 puan bulunuyor. Ligin ilk yarısı bitmeden kendi sahalarında oynayacakları, Beşiktaş ile Trabzonspor karşılaşmaları ve Şükrü Saraçoğlu sınavları kuşkusuz onların ligin ikinci yarısındaki hedefleri için belirleyici olacaktır. Ligde artık tek takımla temsil edilen Ankara şehri için, onların zirve takibi heyecan verici.

Galatasaray 1 - Karabükspor 3

Spor Toto Süper Lig'in 12. haftasında son maçlarda performansını eleştirdiğimiz Galatasaray, zorlu Manchester United maçı öncesi son provasında evinde, yeni hocası Mesut Bakkal ile ligdeki ikinci maçına çıkan Karabükspor'u ağırladı. Engin Baytar 11 maçlık cezasının sona ermesinin ardından kadroda yer aldı. Milli maçın henüz iki gün önce oynanması -tıbben bu süre yeterli olsa dahi- Fatih hocayı Danimarka maçında 90 dakika oynayan Semih'i kenarda tutmaya itti. İlk 11'de ise Hakan'ın yerine Riera ve son maçların en verimli oyuncusu olan Yekta'nın yerine ise Melo oyuna başladı. İyi bir analizci olan ve analojik değerlendirmeleri sağlıklı yapabilen Mesut Bakkal'ın ise rakibine oldukça iyi hazırlandığını gördük. Cernat gibi bir oyuncudan vazgeçerek geniş alanda etkili olabilen İlhan Parlak, Ahmet İlhan ve LuaLua ile onlara alan yaratabilecek Mehmet Yıldız'ı oyuna sürdü. Savunmada ise Burak Yılmaz'ın savunma arkasına olası koşularına önlem olarak iki atletik siyahi oyuncu Mabiala ve Deumi ile stoper ikilisini oluşturdu.



Maçın başlarında savunmada bekleyeceği anlaşılan Karabükspor'un sahaya yayılımı ise Mesut hocanın birinci ağızdan teyit ettiği üzere Braga ve Orduspor takımlarının Galatasaray'a karşı oynadığı sistemin aynısıydı. Ve bu durum Galatasaray takımının en çok zorlandığı taktikti. Nitekim oyunu rakip yarı alanda oynamasına karşın, sarı-kırmızılı ekip mağlubiyetten kurtulamadı. Özellikle Cris'in oynadığı iç saha maçlarında çok sayıda pozisyon veren Galatasaray'ın buna bir an evvel çözüm bulması gerekiyor.Yaşı kemale ermiş bu oyuncuyu tecrübesinden yararlanmak adına geride beklenilecek oyunlarda sahaya sürmek doğru olandır. Bahsettiğimiz Cris, maçın 15. dakikasında açık alanda yakalanıp arkasına LuaLua'yı sarkıtınca ve üstüne Ahmet'in önüne topu atınca maçın ilk gol pozisyonunu yaşamış olduk. Hemen akabinde -son 3 maçın bana göre en kötü ismi olan- Emre Çolak'ın şık uzun pasını Umut, Burak'a indirdi fakat pas yeteri kadar öne düşmeyince Buırak golü yapamadı. Galatasaray'ın olumsuz özelliklerinden biri olan kenar açık oyuncularının kademeye gelmemesi kendini 22'de gösterdi ve Hamit göz göre göre önündeki Ahmet İlhan'ı kovalamayarak kendisinden 30 metre geride olan Eboue'den bunu yapmasını bekledi. Gelen güzel ara pasına aynı şıklıkla vuran yetenekli Ahmet takımını deplasmanda öne geçirdi. Bu dakikadan sonra daha katı savunmayla karşılaşacak olan Galatasaray'ın ne yapabileceği veya coşkuyu arttırma konusunda nasıl bir hamle yapacağını beklerken, karşımızda pozisyona girmekte zorlanan bir Cim-Bom bulduk. Eboue'nin maçtaki belki de tek ileri hamlesinde Dany'nin verdiği güzel pas sonucu oluşan pozisyonda Hamit'in aksine rakibini kovalayan Ahmet açıyı daralttı ve Eboue topu kalecinin üzerine gönderdi. Bu gibi pozisyonlarda başta Cris olmak üzere stoperlerin oyuna çok az katılması ve göbekteki Selçuk ve yanındaki oyuncuya (Yekta, Melo, Emre) yapılan baskı sonucu kaybedilen toplar takıma zarar veriyor. Geçen sezon radikal bir kararla Baros'u ilerideki yalnızlığından kurtaran Terim'in, dişlilerdeki bu sorunlara da bir an önce radikal çözümler getirmesini bekliyoruz.



Karabük -teknik direktörünün söylediğine göre- en çok çalıştığı savunma pozisyonundan kalesinde gol gördü. Ne hikmetse Hamit Altıntop kötü oynadığı maçlarda bile asist yaparak takımına katkı vermeyi başarıyor. Yine onun gönderdiği pasta iki savunmacının arasından geçen topla ilerleyen Burak, usta bir golcü vuruşu yaparak eşitliği sağladığında dakika 31'di. "Usta bir golcü" nitelemesini yalnızca vuruş için yaptığımı vurgulamak istiyorum. Burak'ın bu gibi pozisyonlarda amatörce vuruşlar yaptığını Lazio'nun scout ekibi de biliyor. Bu dakikadan sonra takımın gücünü göstermesini uman Galatasaray taraftarı, şaşırtıcı bir şekilde refleks gösteren Karabük'ün golüne tanık oldu. 35'te sağ kanattan ceza sahasına sızan LuaLua'nın pasına Cris oldukça geç hamle yapınca Mehmet Yıldız takımını tekrar öne geçirdi. Yıllar önce Van Hooijdonk için tanker gibi ağır yorumları yapılıyordu. Cris'e ne dememiz gerektiği konusunda henüz yaratıcılık gösteremedim. Devre sonuna kadar Melo'nun korner pozisyonu dışında etkili olamayan Galatasaray'ın bir golü sayılmadı. Karar doğruydu. Bunun sonucunda soyunma odasına 2-1 Karabük üstünlüğü ile gidildi.

İkinci yarıya bir şeyleri değiştirerek başlayacağını düşündüğümüz Fatih Terim, bu değişime öncelikle günün kötülerinden Umut'u kenara alarak başladı. İsveçli Johan Elmander beklenenden önce sahalara döndü ancak performansı istenenden oldukça uzaktı. İkinci yarıya da Karabükspor pozisyon bularak başladı. 47'de Mehmet Yıldız altı pastan akıl almaz bir fırsatı kaçırdı. Ancak o dakikada golün gelmesi sonuçta sadece hezimetin büyüklüğünü etkileyecekti. Son derece kötü ve umursamaz bir Galatasaray karşısında inanan, dersine çok iyi çalışmış bir rakip vardı çünkü. Fatih Terim'in basın toplantısında söylediği gibi: bir 90 dakika daha olsa yine Karabükspor kaznırdı. Pozisyon veren ancak daha fazla pozisyona giren Galatasaray'a alışmıştık -ki bu bile bu bütçede oluşturulmuş bir takım için başarı değilken- ancak girdiğinden daha fazla pozisyonu kalesinde gören hem de bunu TT Arena'da yaşayan Galatasaray'a alışmamıştık. Savunmadaki problemler ne zaman giderilir ya da sorun savunmada mıdır bilinmez ama takım halinde olaya odaklanmamak ve bu bilinçle hareket etmemek Terim'in öğrencilerinde genellikle görülmez. Galatasaray geçen yıl kendisini şampiyon yapan oyuncularla ve sistemle oynuyor evet fakat bunu geliştiremiyor daha doğrusu rakipler Galatasaray'ın oyununa daha kolay çözüm üretebiliyor. Mesut Bakkal'ı her zaman için takdir etsem de-kendisi Anadolu takımlarının başında Galatasaray'a karşı en başarılı olan hocalardan biridir: 5g 4b 4y. Galatasaray formsuz olsa da öncelikli hedefi ligde kalmak olan bir takımın Arena'da bu derecede sıkıntı yaratmasını yadırgıyorum. Terim, "Lig maratonunda böyle maçlar olacaktır." dese de buna yakın performansları daha önce de izledik. Kapanan takımları açmak adına çözümler bulunmalı ve takım ileri çıktığında arka alan bu kadar boş kalacaksa Cris tribünde oturmalı. Maçın genelinde Galatasaraylı oyuncular 'emek' kısmında yeterli çabayı göstermediler. Cezasının ardından bu konuda önemli verim beklenen Engin de bu durumu değiştiremedi ki bu maç kondisyonundaki eksik sebebiyle doğal karşılanabilir.

Ne var ki bazı oyuncuların (Eboue, Melo, Hamit,Amrabat vs.) Manchester United karşılaşmasında performanslarını yukarıya çekeceklerini ve oynanan futbolun bu şekilde olmayacağını tahmin ediyorum. Özellikle Eboue için maç seçiyor diyebiliriz sanırım.

Not: Bu yazının oluşmasına olan katkılarından dolayı sevgili dostum Mehmet Yanalak'a teşekkür ediyorum.

13 Kasım 2012 Salı

İnanalım mı?

Marsilya-Gladbach beraberliği ile birlikte Limassol maçından, Mersin-Galatasaray beraberliği üzerine de Orduspor maçından 3 puanla ayrılan Fenerbahçe Uefa Avrupa Ligi'nde ve Süper Lig'de haftanın kazananı oldu kuşkusuz. Meireles'in dönüşünün takımın şablonunu doğrudan etkilediği aşikar olsa da, uzun vadede başarı sağlayacak sistemin bu olduğu hala tartışma konusu. Kanımca yapılan tercihler takıma zarar vermeye devam etmekte.


Limassol maçıyla ilk 11'de Meireles'in yerini alması ve Selçuk'un kulübeye dönüşü Topal'ın da takım içindeki rolünü değiştirmiş gözüküyor. Selçuk'un top çıkarırken yaptığı sürekli hatalar ve Baroni'nin maç içinde kendi yarı alanına neredeyse hiç uğramaması top dağıtma görevini Mehmet Topal'ın üzerine yıkmıştı ki bu kesinlikle ondan beklenmesi gereken bir iş değil. Neyse ki Meireles imdada yetişti ve kendini fazla sıkmadan soğukkanlı oyunu, doğru pas tercihleriyle takımın topu hücuma taşıma problemini aşmasına yardımcı oldu. Havada süzülerek giden milimetrik uzun pasları da gözlerimizin pasını sildi.


Sow'un sakatlık iddialarıyla dalga geçercesine rakip defansla verdiği ikili vücut 'savaşları' son günlerde taraftarın da dikkatini fazlasıyla çekmiştir tahminimce. Maçın 10. dakikasında yine onlardan birini bizlere izleterek pozisyonu yoktan var etti, Stoch'a pasını çıkardı ve vasat bir şut sonucu Fenerbahçe korner kazandı. Baroni'nin ortasında defanstan dönen topu iyi takip eden Kuyt, kaleciyi geçtikten sonra şık ve ölçülü bir vuruşla takımını öne geçirdi, Avrupa arenasındaki 7. maçında 5. golünü atarak 15 gollü Alex, 12 gollü Tuncay ikilisine sinyal vermeye devam etti. Gökhan Gönül'ün yanlış hatırlamıyorsam ilk hücuma çıkışında yaptığı ortada Baroni'nin topu şık bir şekilde Sow'un önüne indirmesi sonucu Senegal'linin istekli oyunu gole süslenmiş oldu. İkinci yarıda Fenerbahçe Aykut Hoca'nın kendini fazla sıkmama bahanesine sarılarak durağan futboluna devam etti. Vahşi bir set hücumu uygulayarak oyunu rakip sahaya yıktı Sarı-Lacivertliler görmeye alışık olduğumuz şekilde, nitekim Sow'un doğru koşuları sonucu pozisyonlar da geldi fakat ikinci yarıda skor değişmedi. Maçın ilk 5 dakikasındaki bocalama dışında Limassol'un kendi yarı sahasında sürekli rahatsız eden ve rakip forvetleri kovalayan bir defans hattı gördük. Kademede derinliğin kaybolmasına izin verilmedi, Meireles'in de yine bu konuda hakkını teslim etmeli.


Pazar akşamı Limassol'den çok daha zorlu bir rakip olan Orduspor karşılaşması, Galatasaray'ın Mersin deplasmanında puan kaybetmesinin üzerine takımın taraftarına kavuştuğu maç olduğu da düşünülürse heyecan verici bir mücadele olacaktı. Bütün camia maç öncesi Orduspor'dan ve Hector Cuper isminden çekiniyordu ve haksız sayılmazlardı. Fakat bu maçta yine Aykut Kocaman'a yapacağımız eleştiriler olacaksa da Karadeniz ekibi karşısında uyguladığı genel taktiğin mevcut veriler ışığında mantıklı olduğunu belirtmeliyiz. Şöyle ki; Aykut Kocaman sürekli kilometrelerce koşan bir takım yaratmak istediğini söyleyedursun, Fenerbahçe'nin hücum stili ortada ve bu stille Cuper'in sağlam savunma hattını aşmak hiç de kolay olmayacaktı. Takım Baroni, Meireles, Stoch ve Mehmet Topal gibi hatırısayılır şutörlere sahip. İki maç ilk 11 çıkarak Caner'in formunun yanından geçemeyecek olduğunu gösteren Stoch'ta bu maç da ısrar edilmesi bu tezi destekler; bu dörtlüye talimat verilmiş: 'Defanstan dönen her topa ve kaleyi net gördüğünüz her pozisyonda düşünmeden vurun.' Maçı sağlıklı izleyen her Fenerbahçeli de bunun farkına varmıştır kuşkusuz. Sonucu da gayet verimliydi; Orduspor kalesine maç boyunca 20 şut çekildi, bunların aşağı yukarı 15' ceza sahası dışındandı, 7 si kaleyi buldu, %90'ı son derece etkiliydi, 2'si direkten döndü ve 1'i gol oldu. Bu taktiğin bu maça özel olduğu varsayımında kimse için problem yok, ama bu devamlı hale gelirse iş çok farklı boyut kazanır. Her şeyden önce iyi bir takım bunlara ihtiyaç duymamalı, bol koşulu ve hareketli bir hücum yaratmaya yönelik hamleler yapılmalı. Mantıklı düşünürsek zaten bir futbol takımını şütörlerin üzerine kuramazsınız, o basketbol için geçerli olabilir. Umarım bu senaryo Orduspor maçından ilerisine uzanmaz.


Maça biraz daha değinirsek, Limassol maçındaki gibi sağlam ve hatasıza yakın oynayan bir Fenerbahçe defansıyla karşılaştık. Bekir-Yobo ikilisi Stancu ve Hasan Kabze'yi sürekli kovaladı ve Orduspor'a pozisyon imkanı vermedi. Kendi yarı sahasında ikili yardımlaşmalarla hücumcuların alanlarını daraltarak rahat paslaşma imkanı Orduspor'a tanınmadı. Rakip yarı sahaya dağılma problemi bu maçta da su yüzüne çıkmadı, Sarı-Lacivertliler oyunun büyük bölümünü Ordu yarı alanına yıkmayı başardı. 11. dakikada maç boyunca hem sağda hem solda sürekli top kovalayan Kuyt'un çok beklenti içine girmeden attığı ara pasta topla buluşan Sow, defans ikilisi arasından Ronaldo(9) gibi geçti, Fornezzi'nin kapattığı köşeye Drogba gibi vurdu ve durum 1-0 oldu. Sow'un bu ölü veya ölmeye yakın pozisyonları rahatça gole çevirişlerini hayranlıkla izlemeye devam edeceğiz sanırım. İkinci yarıya da ilk yarıdaki görüntü hakimdi. Fenerbahçe Orduspor kalesini yoklamaya devam etti, geçen hafta sonradan oyuna girerek takıma tempo getiren ve iyi iş çıkaran Sezer Öztürk orta alanda buluştuğu topla cesurca kaleye yöneldi, düzgün bir şut çıkardı: 2-0. Golden sonraki sevinç de en az Sezer'in küçük oğlu kadar görülmeye değerdi. Sezer'in durumu takım açısından son derece sevindirici, onu kazanmak bu maçı kazanmaktan da önemli olmalı Fenerbahçe için. Gerek sergilediği karakter-büyük külübe gelip ağır sakatlık yaşadıktan sonra ismi unutulmak üzereyken yeniden doğmak kolay iş değil-  gerek yeteneğiyle özel bir oyuncu.



Son olarak Aykut Kocaman'a bu maçla ilgili yöneltilmesi gereken birkaç eleştiri daha olduğu kanısındayım. Sürekli koşan bir takım yaratılmak istendiği söyleniyor ve Fenerbahçe'nin durumu ortada. Alex gittikten sonra yapılan 1-2 maçlık tam saha baskıdan eser kalmadı, durarak oynanan futbol belki takımın en büyük problemi. Meireles 77. dakikada oyundan çıkmasına ve sakatlığından dolayı kendini fazla sıkmadığı açıkça görülmesine rağmen takımın en çok koşan ismi, bu durum kesinlikle sadece onun Premier Lig macerasıyla açıklanamaz. Bununla birlikte Meireles Fenerbahçe'nin en çok koşan oyuncusu olmasına rağmen sahanın en çok koşan 5. oyucusu ve birileri hala koşan takım yaratmaktan bahsedebiliyorsa burada büyük bir çelişki söz konusudur. Maçın 87. dakikasında yapılan Sow-Selçuk değişikliği neyin nesidir, amaç nedir? Bir Fenerbahçeli olarak soruyorum; değişiklikle alakalı olsun olmasın 87'de yapılan bu hamlenin üzerine 90+2'de  gol yenildiğinde çıldırmamak elde mi? Sanırım bu soruları sormaya ve mantıklı cevaplarını alamamaya devam edeceğiz. Olsun, sevdik bir kere deyip geçelim nedir ki?


12 Kasım 2012 Pazartesi

Mersin İdman Yurdu 1 - Galatasaray 1

Spor Toto Süper Lig'in 11. haftasında Mersin İdman Yurdu güçlü rakibi Galatasaray'ı Tevfik Sırrı Gür Stadyumu'nda konuk etti. Hafta arası oynanan Avrupa maçında oynanan kötü oyuna rağmen alınan deplasman galibiyetinin moraliyle Mersin'e gelen sarı-kırmızılılar, oynadığı pozitif futbola karşın ligde yalnızca 8 puan toplayabilen rakibi karşısında maça mutlak favori olarak çıktı. Fatih Terim, Cluj maçındaki onbirini korurken, Nurullah Hoca birkaç değişiklikle takımını sahaya sürdü. Özellikle santrfor olarak görmeye alıştığımız Ergin Keleş'in 4-3-3 ün solunda oynaması dikkat çekti.



Şu ana kadar oynadığı pozitif futbola rağmen puan olarak oyununun karşılığını alamayan  Mersin ekibi, maça oyunu kendi yarı sahasında kabul ederek başladı. Bu durum, Nurullah Sağlam'ın sezon başından beri verdiği belki de en rasyonel karardı. Çünkü Galatasaray'ın kapalı savunmalar karşısında ne denli bocaladığına birçok kez tanık olduk. Nitekim oyunun henüz başlarında %60'ın üzerinde topa sahip olan sarı-kırmızılılar, buna rağmen pasların büyük bölümünü orta yuvarlak civarında yapabildi.Mersin'in, Nobre dahil tüm oyuncularıyla orta çizginin ardında beklemesi ve Galatasaray ileri uç elemanlarının top kullanmadaki üstün (!) becerisi bu duruma sebep oldu. Galatasarayın pas temposunun düşüklüğü ve topun ileride kalmaması, yapısal olarak savunma kabiliyeti çok üst düzey olmayan Mersin İdman Yurdu'nu bile sıkı kapanan bir takım hüviyetine soktu ve oyuncuların direncini arttırdı. İşin hücum yönünde ise top ayaklarına geçtiği vakit futbol adına olumlu işler yapmaya çalıştılar. Cluj maçında Sougou'nun yaptığını bu maç Nduka yapmaya çalıştı. Eski Cim-Bom'lu ve Mersin orta sahasının organizatörü Emmanuel Culio verdiği birkaç kontra topta daha dikkatli olsa, Nduka'nın etkisi daha da büyük olacaktı.

Pas adedinin fazlalığına karşın etkili bölgeye ulaşmakta zorluk çeken Galatasaray, ilk ciddi tehlikeyi 15. dakikada yarattı. Son maçlarda -özellikle hücumda- iyi oynayan az oyuncudan biri olan Riera, Selçuk'un koşusunu görüp uzun bir pas attı. Selçuk da topu kafayla Umut'a indirdi. Umut'un dar açıdan yaptığı iyi vuruşta meşin yuvarlak direkten oyun alanına döndü. Bu pozisyon, -karakteristik özelliği olmasa da- Selçuk'un öne doğru yaptığı koşunun bile etkisini göstermesi açısından önemliydi. Mersin cephesi ise 25. dakikadan sonra rakip yarı alanda daha fazla görünmeye başladı. Fakat yakalanan birkaç cılız pozisyon ve zamanlaması hatalı bir dolu pas dışında ciddi tehlike oluşturamadılar. 38'de ise Galatasaray, ilk yarı gerçekleştirdiği en organize atakta bir kez daha direğe takıldı. Hamit Altıntop iyi getirdiği topu yayın oradaki Selçuk'a bıraktı. Kaptan Selçuk da topu bekletmeden sağ tarafındaki Eboue'ye aktardı. Son dönemdeki performansıyla eleştirilere maruz kalan Fildişili oyuncu, dar açıdan ortaya çevirmek yerine şut atmayı tercih etti. Vuruşunda top direkten dönmüş olsa da tercihi tartışmalıydı. Son dakikalarda üstünlüğü daha belirgin hale getiren Galatasaray, bulduğu bir iki net pozisyondan yararlanamayınca soyunma odasına 0-0 lık eşitlikle gidildi.



İkinci yarıya ise iki takımda biraz dağınık başladı. Hemen başlarda Galatasaray, Burak'ın sağ taraftan sürüklediği atakta tartışmalı bir korner kazandı. Tartışılabilecek pozisyon olmasının sebebi kararın hatalı olması değil hakem Mustafa İlker Coşkun ve yardımcısının yaşadığı dilemmaydı. Selçuk tarafından kullanılan köşe vuruşunda top ceza sahasının dışına açıldı. Maçın o ana kadar ki en kötü oyuncusu olan Emre Çolak'ın bekletmeden yaptığı vuruşu kaleci Sehic altı pasa sektirince, gollerinin çoğunu buna benzer pozisyonlarda bulan fırsatçı Umut, ligdeki 9. golünü attı ve kötü oynadığı bir maçta daha istatistik yaparak olası eleştirilerden bir nebze olsun kaçınmış oldu. Golden sonraki dakikalarda ise topa daha da fazla hakim olmaya başladı Galatasaray. Ancak oyuncuların topla genellikle kendi yarı sahalarında oynaması doğal olarak pozisyon bulmalarını engelledi. 56'da ise Mersin takımının en etkili hücumcularından olan Nduka, sağ kanatta rakiplerinden birer birer sıyrılarak 60-70 metrelik bir dripling yaptı. Sıkıcı oyundan dolayı uyuklama evresinde olan izleyiciler bu pozisyonla birlikte ayılmaya başladılar. 7 dakika sonra; ülkemize geldiğinden beri Galatasaray maçlarında gösterdiği performansla sarı-kırmızılı taraftarların en sevmediği oyuncuların başında gelen Mert Nobre, kornerden gelen topa kaleci Muslera'nın önünde yükselerek kafayı vurdu ve Mersin'e beraberliği getirirken kariyerinin de 8. Galatasaray golünü atmış oldu. Skorun eşitlenmesinden sonra Galatasaray baskısı beklenirken, sahadaki oyuncular bambaşka bir görüntü içindeydi. Neredeyse kimsenin hücum düşüncesi kalmamıştı. Beraberliğe razı olan Mersin, birkaç kontra-atak dışında iyice kendi sahasına çekildi. Maçın bitimine oldukça uzun süre olmasına rağmen rakip kaleye organize bir şekilde gidemeyen Cim-Bom, stoperlerini rakip ceza sahasına gönderip doldur-boşalt yapmayı da denemedi. Adeta herkes maçın bitmesini bekliyordu. 85'te Burak Yılmaz'ın yakaladığı pozisyon hariç bir tehlike de yaşanmadı. Ve ikinci yarısı -goller hariç- hayal kırıklığı yaratan maç beraberlikle sonuçlandı. Hakem Coşkun'un ikinci yarıdaki felaket performansı, Terim'in oyuncu değişikliklerinde geç ve hatalı davranması, Nurullah Sağlam'ın pragmatist yaklaşımı maça dair aklımda kalan diğer satır başlarıydı.